17 Mart 2008 Pazartesi

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN HASSA MİMARLARI

Osmanlı İmparatorluğunda hass ve hassa sıfatıyla tavsif edilen memuriyet ve dairelerin, umumiyetle başta Padişahın özel hizmetleri olmak üzere, hükümdar saraylarındaki çeşitli işleri görmek gayesi ile kuruldukları malumdur. Hassa Mimarları gibi gene hassa sıfatını taşıyan teşkilat ise, Padişahın hususi hizmetlerinden başka, himaye bölgeleri ve mümtaz eyaletler hariç olmak üzere, İmparatorluk ölçüsünde de vazife görmekte idiler.

Saraydan başlayarak İstanbul’da ve İmparatorluk dahilinde her türlü resmi inşaat ve tamirat işlerini yürüten Hassa Mimarları Teşkilatı’nın ne zaman kurulduğunu maalesef kesin olarak bilmiyoruz. Daha Osman Gazi’nin Karaca-Hisar’da yaptırdığı camiden (1289) itibaren, devlet hizmetinde mimar ve ustaların istihdam edildiği ve bilhassa Bursa’da, arkasında Edirne’de girişilen inşa ve imar hareketlerinde seçkin ve kalabalık bir mimar kadrosunun çalıştığı şüphesizdir.

Hassa Mimarlık Teşkilatının birinci vazifesi, Padişahın veya haneden mensuplarının yaptıracakları binaların ve masrafları devlet hazinesinden ödenecek olan her nevi inşaat ve tamiratın “resim” lerini yani planlarını yapmak, keşif bedellerini hesaplamak ve hazırlanan projeler kabul edildikten sonra bunlara göre inşaatı yürütmek idi.

Ser-mi’mârân-ı Hassa da dahil olmak üzere bütün ocak müntesipleri ulûfeli miktarı sabit olmayıp zamana ve İmparatorluğun mali durumuna göre değişmekte idi.

Ocak dahilinde yükselmeler veya münhallere tayinler, Ser-mi’mârân-ı Hassa’nın arzı üzerine, ya Divan-ı Hümayunca yahut sadrazamın burulması ile yapılmakta idi.

İnşaat ve tamiratın bütün teknik hususları Mimarbaşı’nın temsil ettiği Hassa Mimarları Dairesine aitti. Esasen bu daire Şehreminine bağlı olmakla beraber, Ocağın asıl amiri, Mimar Ağa, Hassa Mimar-başı veya Ser-mi’mârân-ı Hassa unvanıyla anılan Mimarbaşı idi. Ocaktan yetişmeyen ve dolayısıyla bir fen adamı olmayan Şehremini ile Mimarbaşı arasında inşaat ve tamirat işlerinde herhangi bir anlaşmazlığa veya vazife çatışmasına meydan vermemek için Şehreminlerine, malzeme tedariki, masraf ve yevmiyelerin ödenmesi gibi satın alma ve hesap işleri verilmiş; keşif, plan, inşa gibi teknik işler Mimarbaşına bırakılmıştı.

17.yy ve 18.yy’LARDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAKİ MİMARBAŞILAR

Mimar Mehmet Ağa

1606

Mimar Kasım Ağa

1622

Mimar Hasan Ağa

1638

Mimar Kasım Ağa

1640

Mimar Mustafa Ağa

1644

Mimar Kasım Ağa

1644

Mimar Mustafa Ağa

1650

Mimar İsmail Ağa

1691

Mimar Mehmet Ağa

1697

Mimar Elhac Hüseyin Ağa

1700

Mimar İsmail Ağa

1701

Mimar İbrahim Ağa

1717

Mimar Mehmet Ağa

1724

Mimar Mustafa Ağa

1746

Mimar Elhac Hüseyin Ağa

1747

Mimar Mehmet Ağa

1749

Mimar Mehmet Tahir Ağa

1763

Mimar İbrahim Ağa

1769

Mimar Mehmet Arif Ağa

1791

Mimar Mehmet Ağa

“Mehmet Ağa, Kanuni Sultan Süleyman’ın son zamanlarında (1562-1563) yılında Rumeli’den İstanbul’a gelmiş beş yıl ulufesiz durmuştur. ” diyerek başlayan, Risale-i Mimariyye’de verilen bilgiler arasında Mehmet Ağa’nın asıl adı ve doğduğu yer ile ilgili bilgilere rastlanamadığı gibi, yabancı kaynaklarda dahil olmak üzere diğer bütün kaynaklarda Cafer Efendinin yazdığı bilgiler tekrar edilmiş, fazlada araştırma yapılmaya da gerek duyulmamıştır. Goodwin, “Mehmet Ağa 1540 yıllarında Rumeli’de dünyaya geldi.” deyip (?) işareti koymuştur. Esasen tek ip ucu veren kaynak Evliya Çelebi Seyahatnamesidir.

Buna göre Mehmet Ağa İlbasan’da 40 adet çeşme yapmıştır. Bugün İlbasan’da Mehmet Ağa’nın yaptığı bir camii, hamam ve iki çeşme vardır. bütün bilgiler değerlendirildiğinde İlbasa’a gösterdiği değere göre; Mehmet Ağa’nın Arnavutluk İlbasan’da dünyaya gelmiş olması muhtemeldir ve o zamanda devşirilen her hıristiyan çocuğuna bir müslüman ismi verildiği için ona da “Mehmet” adı verilmiş olmalıdır. Risale’de babasının adının Abdülmuin olduğu yazılıdır. Bundan ailesinin de müslümanlığı kabul ettiği ve müsliman ismi olduğu anlaşılır.

Risale-i Mimariyye’nin verdiği bilgilere dayanılarak Mehmet Ağa’nın hayatı şöylece özetlenebilir:

(1562-1563) yılında Rumeli’den devşirme olarak getirtilen Mehmet beş yıl kadar ulufesiz durmuştur.

(1567-1568) Sultan Süleyman Türbesinde bir ulufeli bahçe bekçiliği yapmıştır.

(1568-1569) Has bahçeye girmiş ve izlediği bir müzik çalışmasına kapılarak müziğe heves etmiş ve bir yıla yakın müzik dersi almıştır. Daha sonra gördüğü bir rüya üzerine musikiden vazgeçmiştir.

(1569-1570) Sedefkarlar karhanesinde dinlediği hendese dersinden sonra mimarlık ve sedefkarlık sanatına heves etmiş, sedefkarlar halifesi Üstad Mehmet tarafından yetenekleri sınanmış, başarılı görülerek mimarlık ve sedefkarlık eğitimine başlamıştır.

(1569-1570) (1588-1589) yılları arasında Üstad Mehmet, Mimar Sinan ve birçok devrin büyük mimarının yanında 20 yıla yakın talebelik ve yardımcılık yapmış, mimarlık sanatını en iyi şekilde öğrenmiştir. Mimar Sinan, Mehmet Ağa ile yakından ilgilidir. Yaptıklarını beğenir ve onu III. Murat’a bir rahle işlemeye teşvik eder.

(1589-1590) yılında Mehmet Ağa geometrik sedefkari şekillerle güzel bir rahle işleyerek III. Murat’a hediye eder ve padişah tarafından o zamanlar sedefkarlar halifesi olan Mehmet Ağa, sarayın kapıcıbaşlığı ile taltif edilir.

(1589-1590)-(1591-1592) yılları arasında Mehmet Ağa iki yıl kadar kule sofiliği yapmış, bu sırada Şehla Mahmut’u Mısır Beyler Beyi Üveys Paşa’ya teslim etmek gayesi ile Arabistan’ı gezmiştir. İstanbul’a döndüğünde padişah tarafından Rumeli teftişine memur edilmiş, İstanbul’dan Selanik’e kadar kıyıları takip edilerek yol üzerindeki bütün kasabaları, kaleleri araştırıp, Malta, Arnavutluk vilayetlerini İspanya’ya kadar gezmiş oradan bütün sınır boylarını Erdel, Efkak, Boğdan ve Leh vilayetlerine gidip onların durumlarını da görüp Silistre ve Niğbolu’yu da dolaşıp sağ koldan doğru İstanbul’a gelmiş ve durumları Padişaha şifahen nakletmiştir.

(1591-1592) yıllarında III. Murat’a altın işlemeli kemandan hediye ederek Muhzırbaşılığa terfi etmiş ve dört kadıya muhzırbaşı olmuştur.

(1591-1592)-(1596-1597) yılları arasında su yolu nazırı oluncaya kadar önce: 6 ay kadar Diyarbakır Beylerbeyliğine vekalet etmiş, sonra İstanbul’a dönerek Hüsrev Paşa’nın Kapı Kethüda’sı olmuştur. Bir ara Şam Beylerbeyi olan Hüsrev Paşa’nın yerine vekalet etmiş daha sonra Havran Nahiyesi’ne Nahiye Hakimi olmuştur. Bu sırada Hüsrev Paşa ile, Kabe yollarını asi araplardan temizlemek için savaşlar yapmış, Hüsrev Paşa’nın çekilmesi ile Mehmet Ağa tek başına savaşı kazanmıştır. Fakat Hüsrev Paşa ile araları açılarak istemeyerek de olsa İstanbul’a geri dönmüştür.

(1597-1598)-(1606) Mahmiye-i Konstantiniyye’de (İstanbul’da) 8 yıl Su Nazırlığı yapmıştır.

(11 Ekim 1606) da Mimarbaşı olmuştur.

(1622) tarihinde ölene kadar Mimarbaşılık görevini sürdürmüştür.

Mimar Kasım Ağa

H.1005 de Dikili taşta Valde Sultan Hamamını H.1049 Üsküdar Sarayından Baltacılar odasını tamir etmiştir. Topkapı Sarayı arşivinde H.1059 de kendisine gelen bir buyrultuda Kayseriye’den iki yüz lâğamcı geldiği bildiriliyor, H.1060 da da Balkapanı Cabisi Mehmed’in Mimarbaşı Kasım’dan bir mahzen icaresini aldığına dair bir makmuz bulunmaktadır.

Mimar Hasan Ağa

1096 da Kandilli’de Cafer Paşa Kasrı

Davut Paşa Kasrı

İstavruz Kasrı

Fenerbahçe Kasrı

Tersanede Yalı Kasrı

Üsküdar’da Valde Sultan Kasrı ve Kızıl Kasır

Karaağaç Kasrı

Şah Huban Kasrı

Topkapı Sarayında Alay Köşkü ve Darphane yanındaki kasırları tamir ve Anadolu Hisarı Küçüksu Köprüsünün yeniden inşaası.

Mimar İbrahim Ağa

H. 1118 de Efdal zade medresesine Boğaziçi’nde Kuruçeşme’de Sadrazam Muhsin Dede Mehmet Paşa’nın (Esma Sultan Sarayı) sarayını tamir etmiş ve H.1119 da Topkapı Sarayında Şimşirlikle müceddeden bir camii inşası ile Davut Paşa Sarayının tamirini yapmıştır.

Mimar İbrahim Ağa

H. 1119 da Topkapı Sarayı’nda Harem Ağaları Dairesinin kapıları ve merdivenleri tescid ve Kızlar Ağası Hamamını tamir etmiştir.

Mimar Mehmet Arif Ağa

1791 de hassa mimarı idi. Hassa mimarları kethüdası Mehmet Arif Ağa 1793’te Başmimar Hassa olmuştur.

Mimar Mehmet Ağa

Sultan Ahmet camii inşaatına ait bütün defterler Topkapı Sarayı müzesi arşivindedir. Ayrıca yine aynı camii için Ahmed iki arizası vardır. H. 1012 de İbrahim Paşa Sarayı ve H. 1077-1078 senelerim arasında Bursa’da Sultan Murat evkafından bazı binaları tamir etmiştir.

H.1140 da Topkapı Sarayında Horendegan odası

H.1143 topkapı Sarayında Sofayı Hümayuna taht inşa, büyük havuzun temizlenmesi ve boyanması, revan köşkünün mermer sütunlarının aralarına çerçeve yapılarak cam taktırtmış ve sarayın su yolları ile boruları tescid etmiştir.

H. 1144 Topkapı Sarayında Hasoda hamamının yerine yeniden iki hamam inşaası ile Sofayı hümayunda Kule üzerine yapılacak kasrı hümayun ve bahçelerin tarh ve tanzimi işinin keşfini yapmış, Eyüp Türbesine mermer tarih taşı inşaa etmiştir.

H. 1151 de Litros Valde Sultan emlakinden Ferhat Paşa çiftliğini tamir etmiştir.

EDİRNE’DE 17.yy ve 18.yy ARASINDA YAPILMIŞ ESERLER

Ekmekçioğluahmetpaşa Kervansarayı

Edirne Belediyesi, 114 Pafta, 542 Ada, 5-6-7-8-9-10-11-12-13-14-15-16-17-18-19-20-21-22-23-24-25-26-27 nolu parsellere kayıtlı Ekmekçioğluahmetpaşa Kervnsarayı, Eski İstanbul Caddesi ile Uzun Kaldırım Caddesi arasındadır. 1609 tarihinde, Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından, Sultan I. Ahmet’de hediye olarak Sedefkar Mehmet Ağa ile Edirneli mimar Hacı Şaban Ağa’ya yaptırılmış, iki şadırvanı ve tabhanesi bulunan çifte handır. Evliya Çelebi, seyehatnamesinde yapıyı şöyle anlatmaktadır.

“Büyük hayırat. Bu Sultan Ahmet zamanında küçük bir han imiş. Sonra Ekmekçizade Ahmet Paşa temelinden yıkıp büyük bir han yaptırmıştı ki Edirne şehrinde ve İstanbul’da misli yoktur. İlla Tatar Pazarcığı Kasabasındaki makbul İbrahim Paşa Hanı olsa. Bu Eşe Kadın hanı tam 200 ocak olup avlusunun bir tarafında da içli dılı harem odaları var. Ahırı 1000 tane at alır. Dört tarafı sofalı olup, dış avlusu dahi 1000 kadar deve ve at alır. Kale gibi handır. Cadde üzerinde kuzeye bakan demir kapısı tarihi şudur:

Temaşa eyleyip didi itmamına tarih

Yapıldı Han-ı Sulan Ahmet oldu bibedel abad

Sene 1018

Tamamlandıktan sonra Sultan Ahmet Hana

Hediye edilmiş kurşunlu handır.”

demektedir.1

Yapıya Eski İstanbul Caddesi üzerindeki giriş mekanından girilir. Mekanın iki yanında yüksek sekiler vardır. Bugün yok olan giriş kapıları eskiden belli bir saatten sonra kapatılır, sabahta herkesin eşya kontrolü yapılmadan açılmazdı. Şair Kesbi’ye ait olan yapının Sultan Ahmet’e hediye edildiğini açıklayan kitabe kapının üzerindedir.

Giriş mekanı üç tarafı revaklı bir avluya açılır. Bugün revaklar yok olmuş, sadece tonozların izleri kalmıştır. Avlunun sağında bulunan yapı kalıntılarını tabhane veya imarete ait olduğu kaynaklarda belirtilmiştir.

İrrasyonel forma sahip bu avlunun Uzun Kaldırım Caddesi ve Eski İstanbul Caddesine bakan cepheleri dışa açık dükkanlarla çevrilidir. Bugün sayıları 18 olan bu dükkanlar birbirlerinden gerek ölçü gerekse plan şeması olarak farklıdırlar ve Uzun Kaldırım Caddesi üzeribde kapalı han kısmının dış yüzünden 1.5 m kadar içeridedirler.

Girişe göre tam karşıda bu gün çatısı yok olmuş, Evliya Çelebi’nin “Göeçenlik, Güvercinlik” diye bahsettiği yarı açık mekana geçilir. Üç büyük sivri kemerle girişi düzenlenmiş olan güvercinliğin iki yanındaki kapılardan kapalı han kısmına girilir. Ayrıca kemerli girişin tam karşısında da bir kapı vardır. bugün nereye açıldığı belli olamayan bu kapının tuvaletlere açılan kapı olması ihtimali kuvvetlidir.

Kayıtlarda “Kurşun Örtülü” diye belirtilen kapalı han kısımları en son 1950 yıllarında olmak üzere çeşitli onarımlar görmüşse de, orijinal görünüşünü tamamen kaybetmemişlerdir. Bugün kiremit çatılı olarak tespit edilen bu kapalı han kısımları birbirinin simetriği olup kendi içlerinde de yine simetrik düzenlenmişlerdir. İçeride girişin karşısına gelen ortadaki sütun dizisi han mekanını iki simetrik parçaya ayırır. Duvarlarda 0.80 m yüksekliğindeki seki üzerinde eşit aralıklı ocak modülleri insanların yatacak yerlerini belirler. Hayvanlar döşeme hizasında, sekiden daha alçak seviyede üç sıra halinde uzanan yemliklere bağlanırlar.

Yapının bütünü ele alındığında, kervansarayın muntazam bir mimariye sahip kapalı han kısmı ile irrasyonel forma sahip açık avlu etrafındaki dükkan ve yapı kalıntılarından oluşan iki kısımda oluştuğu görülür. Dükkanlarda hiçbir geometrik düzen yoktur. Giriş mekanı bile kapalı han kısımları ile muntazam bir bağlantı içinde değildir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’de dahil olmak üzere hiçbir kaynakta dükkanlardan bahsedilmez. Yapılan araştırmaya göre Sultan Ahmet Vakviyesinde belirtilen “Ekmekçioğluahmetpaşa Hanı etrafında 30 dükkan” ibaresi Selimiye yakınlarındaki Ekmekçioğluahmetpaşa Hanı’ (Havlucular Hanı)na aittir. Bütün bu bilgiler bu dükkanların muhtes birer bir ilave olduklarını göstermektedir.

Ekmekçioğluahmetpaşa Kervansarayı: revaklı iki şadırvanı olan muntazam forma sahip avlu ve güvercinlikten girişi olan iki kapalı han kısmında meydana gelmiştir. Avlunun sağında Evliya Çelebi’nin bahsettiği yerinde kalıntılarını görebildiğimiz imaret yapıları vardır. Görçemlik ise kademeyi üçgen alınlıklara oturan konik bir külaha sahiptir. Bugünkü güvercinlik kasnağı 15.30 m kotundaki yan üçgen alınlıklı çatıların alt seviyelerinde kalmaktadır. Bu da bu bölgenin orijinaline uygun olmayan yanlış bir müdahale ile bozulduğunu kanıtlar.

Ekmekçioğlu Ahmet Paşa çok gelişmiş bir kervansaray olmamakla beraber, ekonomik sıkıntıları olduğu Sultan I. Ahmet döneminde kapalı han kısımları esas olan, imareti olan küçük bir külliye görünüşündedir.

Ekmekçioğluahmetpaşa Hanı ve Sebili

Edirne Belediyesi 23 nolu Paftada kayıtlı, 625 nolu Adanın tamamını işgal eden Ekmekçioğluahmetpaşa hanı, Ekmekçioğlu Ahmet Paşa tarafından 17. yy. başlarında, eskiden Yediyol Ağzı denilen bugünkü Kıyık Caddesi üzerinde bir mevkiye, iki katlı olarak inşaa edilmiştir. Sultan Ahmet döneminde yapıldığında çevresinde bugün kalıntıları kalmış Balkapanı, Yemişkapanı bir takım hanlar vardır.

Yapı çevresindeki bir kaç hanla birlikte (Balkapanı, Yemişkapanı) 1752 yılında meydana gelen büyük zelzelede yıkılmış, daha sonraki dönemlerde yanlış restorasyon politikası ile kurtarılamayarak bugüne gelememiştir. Şu an üst katın varlığı ancak kaynaklara dayanılarak söylenebilmektedir. Günden güne bozulan orijinal hürriyetini tamamıyla kaybeden yapı günümüze gelene kadar çeşitli adlar almıştır: bir ara solaklar oturduğu için “Solaklar Hanı” denmiş, sonra astarcıların yeri olup “Astarcılar Hanı” adını almıştır. En son havlu dokuyanların çok olduğu dönemde de “Havlucular Hanı” adıyla günümüze gelmiştir.

I.Sultan Ahmet Vakıf defterinde “Edirne’de Ahmet Paşa Hanı etrafında 30 dükkan ve bodrum” ibaresi hanın dükkan sayısının 30 adet olduğuna işaret etmekte ise de bugün ayakta olan tonozlu orijinal dükkan modülü sayısı ancak 12 tanedir. Eski Kıyık Caddesi üzerinde 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11 nolu dükkanlar uğradıkları birçok müdahaleden sonra ancak tonoz örgüleri ile karakterlerini anlatabilmektedirler. Duvarlar boya ve fayans kaplamalarla kapatılmış, yalnız giriş kapısı ve sebil üzerinde taş örgü bir miktar görülebilir olmuştur.

Geçirdiği değişiklere rağmen Emekçioğluahmetpaşa Hanı Sultanahmet Vakviyesinde belirtildiği için Mehmet Ağa’nın atfedilebilecek yapılardan biridir. Üçüncü grup hanlara dahil edebileceğimiz yapının bugünkü durumu ne yazık ki han mimarisine katkısını irdelemek için yetersizdir.

Ekmekçioğluahmetpaşa Hanı’nın Eski Kıyık Caddesi üzerindeki Mezit Bey Hamamına karşı köşe başında yer alan sebili orijinal kalmış en önemli bölümüdür. Sebil iki kısımdan oluşmaktadır. Mezit Bey Hamamına karşı olan giriş holüne açılan pencere, bu giriş holünün hanın üst katları ile bağlantılı olabileceğini düşündürmektedir.

Kesme taş üzerinde itinalı cephe süslemelerini barındıran cepheleri hanın bütünündeki orijinal süsleme ögelerininde değerini gösteren tek numunedir.

Emekçioğluahmetpaşa Köprüsü (Tunca Köprüsü- Eski Körü)

Bulgaristan’ın Rila Dağı’ndan çıkan Meriç Nehri, yine Bulgaristan topraklarından gelen Tınca Nehri ile Edirne’nin Batısında şehre yakın bir yerde birleşirler. Eski adı Bülbül Adası mevkii olan bu birleşme yerinde Edirne Karaağaç istikametinde ardarda iki köprü vardır. bunlardan birincisi Ekmekçi oğlu Ahmet Paşa’nın yaptırdığı Emekçioğluahmetpaşa Köprüsü, diğeri 1842 Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan Meriç Köprüsüdür. Tunca üzerinde olduğu için “Tunca Köprüsü” olarak ta anılan Ekmekçioğluahmetpaşa Köprüsü esasen Sul6tan Ahmet’in çok sık kullandığı ahşap bir körünün yerine yapıldığı için (Cisri-cedid, Yeni Köprü) olarak tanınırken Meriç Köprüsü yapıldıktan sonra (Eski Köprü) olarak bilinir olmuştur.

Kitabesine göre 1608 inşaatına başlanan körü 1615 yılında tamamlanmıştır. Mimarının Mehmet Ağa olduğu birçok kaynakta da belirtilmişse de Edirneli Hacı Şaban Bey’in de yardımları olduğu söylenir.

Evliya Çelebi Köprü için “Tunca üzerinde gayet saltanatlı bir köprüdür, Timurtaş Kasabası’na oradan gidilir. ” demektedir.

Kesme taştan on gölü yedi ayaklı yapılan körü, 1947 yılında bir sel baskını sırasında Bulgaristan istikametinden gelen buzulların etkisi ile tahribe uğramış, iki göz kemeri ve bir ayak yıkılmıştır. Bugün betonarme bir döşeme ile açıklık geçilmektedir.

Zarif sivri kemerleri, muntazam kesme taş çokgen ayakları ve nadide tarih köşkü ile Osmanlı köprü mimarisine olduğu kadar Avrupa köprü mimarisine de öncülük eden Ekmekçioğluahmetpaşa Köprüsü Mehmet Ağa’nın itina gösterdiği ve günümüze kalabilmiş nadide eserlerden biridir.

Köprünün kitabesi ve Tarih Köşkü bütünündeki düzenleme içinde önem verilen bir noktadır. Tarih Köşkü arka cephesi, köprü bütünündeki yan cephe düzenlemesi içinde iki yanında ikişer hafifletme kemeri olan ayaklarla bütünleştirilmiş, diğer ayaklarda da benzer hafifletme kemerleri kullanılmıştır. Aynı şekilde kitabe köşkü kemerlerle uyum sağlamak amacıyla sade tutulmuş, süsleme ögesi olarak köşelerde küçük sütunceler düşünülmüştür. Kitabe köşkünün bugün kapatılmış olan orta kemeri, bu cephede hareketlilik sağlamaktadır. Buna mukabil yola bakan, suyun akışına karşı olan cephesinde yükseltilen kitabe köşkü girişi, kitabenin her yönden rahat okunmasını temin etme gayesini gerçekleştirmektedir.

Duraklama Dönemi (1566-1699)

"Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince, istikbalin başımıza getireceği felaketleri düşünüyor, titriyor ve akıbetimizden korkuyorum. Bir ordu galip gelecek ve pâyidar olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü, şüphesiz ikisi de sağlam surette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer alışkanlıkları, meşakkatlere dayanma kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Sonucun ne olacağını tahminde tereddüde yer var mıdır?" (Busbecq)

4. Osmanlıların, Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan'dan, Kırım ve Kazan'dan Habeşistan'a kadar geniş yerlere hakim olmaları ve adaletle idare etmeleri.

5. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilatı, Fatih devrinde en mükemmel bir duruma geldi. Fatih, teşkilatçı ve imarcı idi. Devlet yönetimini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe, kanunlar ve fermanlar yayımladı. Hazırlattığı kanunnamesi, hukuk sahasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Kanunî Sultan Süleyman, o güne kadar çıkarılan kanunları, "Kanunname-i Âl-i Osman" adı altında tanzim ettirdi. Bu kanunname, hukukî, idarî, malî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan başlıklar altında, ceza, vergi ve ahaliyle askerlerinkanunlarını içeriyordu. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki yönetimden kalan kanunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kanunnamede yer almıştır. Böylece hazırlanan kanunlar, asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebaasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve mutluluk kaynağı olmuştur.

Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü ile, muhteşem padişahlar ve onların hamleleri sona ermekle birlikte, devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlerde hakimiyeti ve sosyal düzeni bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim II. Selim döneminde (1566-1574) Avusturya'nın Erdel'e küçük bir tecavüzü üzerine, şiddetli bir karşılık verildi. 1570'te Kıbrıs fethedildi. Türk donanması Okyanusya'ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla, yani Uzakdoğu Müslümanlarıyla temasa geçti. Kurdoğlu Hayreddin Hızır Bey, 22 parça gemiyle Açe sultanı Alâadiin'e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları, Açe ordusunda ıslahat yaptı.

Diğer taraftan, II. Selim Han'ın, Türk tarihinin en şuurlu ve hayatî seferi olan, Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadenizle Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray'ın ihanetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sayesinde, o sırada gitgide güçlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek suretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün sünnî müslümanların halifesi olan Osmanlı sultanı, sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hakimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan, Ruslar dehşete kapılmışlar, ancak karşı koyamamışlardı. Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde, Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım'ı ilhak edip merkezden valilerle idare edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamayacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak'a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım, bugünlere kadar süren tarihteki talihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk tarihinin çehresini değiştirebilecek büyük ve önemli bir teşebbüs, başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya, Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya, Osmanlıları da en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.

Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci başarısızlık İnebahtı'da oldu. Kıbrıs'ın Türkler tarafından fethi üzerine, Papa'nın teşvikleri sonucunda, büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571'de İnebahtı'da meydana gelen deniz savaşında, Osmanlı donanması imha edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa, kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul'a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını yeniden inşa ederek, Akdeniz hakimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa, Venedik elçisine: "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yakmakla, bizim sadece sakalımızı traş ettiniz. Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat kazınan sakal daha gür çıkar" diyerek, onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada, donanmanın yetişmeyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da; "Paşa, bu millet öyle bir millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar" sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz, Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz'e inice, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere, Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminatı ödemeyi bile kabul etti.

II. Selim Han'dan sonra Osmanlı tahtına oturan III. Murad döneminden (1574-1595) itibaren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla III. Mehmed (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), II. Osman (1618-1622) ve IV. Murad (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639'a kadar sürmüş olan İran savaşları, Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf anını kollayan ve Hristiyan Batı dünyası ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gaye edinmiştir. İran'a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu'dan asker desteği verilmiş, bu durum zamanla Anadolu'da dengelerin bozulmasına yol açmıştır.

Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

1. 1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipahi yerine, tüfekli piyade kullanılması mecburiyeti yüzünden, yeniçerilerin sayısı fazlasıyla arttırıldığı gibi, Anadolu'da ücretle pek çok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda parasız kalan bu eli tüfekli gruplar, Anadolu'da halkı haraca kesmeye ve saldırılara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipahiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu'da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran'ın bunları desteklemesi neticesinde, isyanlar kısa sürede büyüdü. Öyle ki, Anadolu'da etrafına 30-40 bin kişilik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar, emirleri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muharebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile savaş halinde olmasından da yararlanan Celâliler, Anadolu'yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul'a, Kırım'a veya Rumeli'ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan I. Ahmed Han'ın dirayeti ve vezir-i azam Kuyucu Murad Paşa'nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması, Anadolu'nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

2. 1580'lerden itibaren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi sonucu fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilali denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sahipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa'da yapılan savaşların usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca timarlı sipahiler, silah ve techizat bakımından değil, teşkilat ve taktik bakımından da, modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı. Bu sebeplerle devlet, yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-ı saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede, artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bazı eski askeri birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1470'lerde 13.000, timarlı sipahi 60.000; 1526'da kapıkulu 24.000, timarlı sipahi 80.000 olduğu halde, 1610'larda kapıkulu 40.000'e çıkmış, timarlı sipahi sayısı 20.000'e düşmüştür. Sonuçta, timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı, devletin iktisadi yapısına yansımasıdır. Timarlı sipahilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine aktarmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler, zamanla büyük servet sahibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına bela kesilmişlerdir.

3. Sokullu Mehmed Paşanın ölümünden (1579) Halil Paşanın sadrazamlığına kadar geçen otuz sana zarfında hükümet reisliği makamına geçen 19 vezir-i azam içinde, bu mevkiye liyakati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde 'kaht-ı rical' denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığının da işaretidir.

Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen padişahlar, cihan hakimiyeti davalarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine denk kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lütuf ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyasî gücü gibi, sosyal nizamı da devam ediyordu. Ayrıca ticaret ve sanat hayatında ahlâkî nizam ve geleneklere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli denetim ve kontrolüne sbep oluyordu. Böylece devletin bir müdahalesi olmadan ictimaî müesseseler genel düzeni muhafaza ediyordu. Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau; "(Osmanlı şehirlerinde) düzen ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhafaza için, elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Pariste aynı iş, bir kıta askerin başında bir kumandan tarafından, zorlukla yapılıyordu" demektedir. Thevanot ise "Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört öldürme vakası görülmemiştir. Ticarî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar, bir tek adam tarafından korunuyor" der. Böyle bir toplumda, devletin vazifesi sadece nizam ve adaleti sağlamak ve bunu dünyaya yaymaktı. Bununla birlikte devlet hiç bir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyaseti gütmedi. Zîra, cihan hakimiyeti mefkûresine inanan bir devlet, dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümul vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çöker, uzun asırlar boyunca yaşayamazdı.

Osmanlı Türkleri, 17. yüzyılda, zaferler kazanırken, bazan da yenilgiler görüyor, böylece önceki döneme göre, bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idarî ve ilmî müesseselerde gördükleri bozuklukları ıslah etmek sayesinde, İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve manevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kanun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sahibi bir padişah idaresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir padişah adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen padişah, sultan II. Osman olmuştu. Böylece padişahların, devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca timarlı sipahi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık yeniçeri ordusu miktarının aşırı derecede artışı, merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bazı devlet adamları da, her fırsatta bu gücü kullanmaya başlayarak, devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar.

Nitekim III. Mehmed Han'dan sonra, ilk defa ordunun başında sefere çıkan II. (Genç) Osman (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun, ocağı ıslah girişimi, Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişahın kul eliyle öldürülmesi hadisesini ortaya çıkardı. Bununla birlikte, II. Osman'ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan IV. Murad Han, parlak zekâsı, tedbirli siyaseti ve acı kuvveti sayesinde, devlete yükselme devirlerini hatırlatacak bir canlılık getirdi.

IV. Murad Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdat seferlerine giderken, öncelikle Anadolu'daki sipahi zorbalarını ve mütegallibe denilen, zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek, ülke içerisinde istikrarı sağladı. Daha sonra Revan ve Bağdat seferlerinden zaferle çıkan Sultan, İran'la çeşitli aralıklarla 16 yıldır devam eden savaşa son verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi (Anlaşması) diye meşhur olan antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi.

IV. murad Han'ın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrahim'in, âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine IV. Mehmed'in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması, zaman geçtikçe ocak ağalarının, iderede nüfuz kazanmalarına yol açtı. Yeniçeri ve sipahi ağaları, vezirlerin seçilmesinde en önemli rolü oynuyorlardı. Bu durum devletin siyasî yapısını ve malî durumunu bozdu. Her iş ağaların eline geçip, kendilerine hiç bir surette muhalefet edecek kimse kalmadı. Bunlar, asker mevcudunu yüksek göstermek suretiyle fazla ulûfe aldıkları gibi, yaptıkları tayinlerden de yüklüce rüşvetler çekiyorlardı. Bu ve benzeri olaylar, zaman zaman önlenmesine rağmen, 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşanın sadârete getirilmesine kadar sürdü. Bu tarihe kadar defalarca sadrazam değişikliğine rağmen, devletin hayrına çalışan, Tarhuncu Ahmed Paşa'dan başkası çıkmamıştı. Merkezde süren bu bozukluk devresinde, cahil ve iktidarsız vezirlerin, eyaletlere rüşvetle adam tayin etmeleri, halkın yine zorbalar eline düşmesine sebep oldu. Yapılan mezalimler yüzünden, köylü halkın bir kısmı çiftini bozup eşkiyalığa başlamış, bir kısmı da şehir ve kasabalara sığınmıştı. Kalanlar ise eziliyordu. Önce Kuyucu Murad Paşa'nın ve daha sonra IV. Murad Hanın şiddetli darbeleriyle bu isyan ve şakâvetler önlenmişse de, merkez zayıf düştükçe yine baş kaldırmalar meydana çıkıyordu. IV. Mehmed Hanın ilk sekiz senesinde bu durum bütün şiddetiyle devam etti. Padişah, 15 yaşına geldiğinde, kudretli vezir Köprülü Mehmed Paşayı işbaşına getirerek devlete tekrar içte istikrar ve dışta itibar kazandırdı. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve Köprülü Fazıl Ahmed Paşa (1661-1676) dönemlerinde Osmanlı Devleti, Kanunî Sultan Süleyman devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşadı. Bu müddet içinde tek bir kapıkulu ayaklanması görülmedi. Arasıra yenilgiler görülmesine rağmen, Türk orduları yeni bir zafer çağı yaşadı. Avusturyalılar'ın çok güvendiği Uyvar Kalesi 1663'te fetholundu.

Nihayet, Fazıl Ahmed Paşa'dan sonra Osmanlı sadâret makamına gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 yılında Viyana'yı kuşattı. 100-120 bin kişilik Osmanlı ordusu, Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenerek bütün ağırlıklarını zaptetti. Avusturya İmparatoru Leopold, bu yenilgi üzerine bütün ümidini kaybederek Viyana'yı bırakıp kaçtı. Şehirde kalan Kont Stahramberg, bütün eli silah tutan erkekleri asker yazıp savunma tedbirleri aldı. Sadrazam Kara Mustafa Paşa, kaleyi kurtarmak için gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna Köprüsünü tutma görevini, Kırım Hanı Murad Giray'a vermişti. Düşman buradan geçtiği takdirde, Budin beylerbeyi İbrahim Paşa bunlara karşı çıkacaktı. Viyana'nın fethedilmesiyle Alman-Avusturya İmparatorluğu geri atılacak, böylece Macaristan'da güçlü bir Macar Krallığı kurulabilecekti. Macaristan ayakta durdukça, Avusturya'nın artık, Türk Devleti için önemli bir tehlike oluşturması düşünülemezdi. En büyük düşman olan Avrupa'ya karşı böyle kuvvetli bir savunma duvarı kurulması, Türk Devletini uzun yıllar rahat ettirecekti.

Avrupa'da şok etkisi yapan Viyana kuşatmasının ilk iki aylık süresi içinde Türkler, şehrin bir çok dış tabyalarını ele geçirdiler. Şehrin düşmesine sayılı günler kalmıştı. Bu sırada Papa'nın önderliğinde, Viyana'nın kurtarılması için Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında bir kutsal ittifak kurularak 120 bin kişilik bir kuvvet oluşturuldu.

Türk tarihi için bir dönüm noktası olan Don-Volga kanal projesinde olduğu gibi bu defa da en büyük ihanetlerden biri, yine bir Kırım hanı olan Murad Giray tarafından işlendi. Haçlı ordusu, Tuna Köprüsünü geçerken, kendi askeriyle bir tepeye çekilip seyreden Tatar Hanı, hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık imamına şunları söyledi: "Sen bu Osmanlı'nın bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanın kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dinimize ihanet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki, onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler. Tatarın kıymetini anlasınlar."

OSMANLI’DA MUSEVİ TARİHİ

Orhan Bey, döneminde Bursa’ya gelen Museviler’e çalışma ve yerleşme hürriyetleri dahil bütün hakları en geniş anlamda tanıdı. Museviler birarada yaşamak için “Yahudi Mahallesi” kurdular. Hatta Bursa Musevi cemaati o kadar genişledi ki, burada bir sinagog inşa etme gereğini bile hissettiler. Bunun üzerine Orhan Bey özel bir ferman çıkartarak kentte bir sinagogun kruulmasına izin verdi. Bu sinagog Türkiye’nin en eski ve halen ayakta kalan sinagogu ETZ HAYİMdir. Museviler servetlerine göre yılda 10-20-40 dirhem yıllık kişi başına haraç öderlerdi. Bu haraç cemaat başı tarafından toplu olarak yatırılıp ve kişi sayısının doğruluğu yeminle sağlanırdı. Haraç miktarı, aynı zamanda o zamanki Musevi nüfusunu gösterirdi.

I.murat zamanı çok önemli bir dönemdi. Yaşadığı 1360-1389 yılları arasında imparatorluğun temeli atıldı ve ülke çok büyüdü. Bu dönemde Trakya fethedildi. 1365 yılında Edirneye giren Sultan Musevilerce büyük bir sevinç ve çoşkuyla karşılandı. Edirne’deki Musevi halkı fakir ve Bizans zulmünden çok çekmiş küçük bir cemaatti. Osmanlıların gelmesi onlar için bir kurtuluştu. Hatta yunancadan başka bir dil bilmeyen Edirneli Museviler kendilerine Türkçe’yi öğretmeleri için Bursalı dindaşlarından bazılarını kentlerine getirttiler. Edirne’nın başkent olmasıyla Almanya, Fransa ve İtalya’dan gelen Musevilerle birlikte Balkanların en büyük Musevi Cemaati doğdu. Edirne’deki Hahambaşı hepsinin Hahambaşısı yani tek otoritesi olarak kabul edildi. O zamanlar Edirne’de kurulan ve bir çeşit din akademisi anlayışı taşıyan “Yeşiva” , tüm Osmanlı şehirlerine açık bir eğitim merkeziydi. Polonya, Macaristan ve Rusya’dan öğrenciler bile buraya Musevi dini eğitimi almaya geliyorlardı. Bu okul sayesinde Musevileri temsil edecek hahamlar eğitiliyordu.

I.Mehmet döneminde İzmir fethedildi fakat orada yaşayan Musevi’ye rastlanmadı. Fetihten sonra civar kasabalarda yaşayan Musevi topluluklar İzmir’e taşındılar ve bu merkezi din açısından önemli bir merkez haline getirdiler.

İLK İSYAN: Bu devirde şimdiki komünizmi anımsatan “kadın hariç herşey müşterektir” sloganıyla isyan bayrağı açan Kadı Asker Bedrettin’in sağ kolu Museviden dönen Torlak Kemal’di. Cami camii propaganda yapan Kemal, 3000 dervişle birlikte idam edildi.bu devirde Museviler, İslam fikri ve yalantısıyla kaynaştılar. Bununla birlikte, Bizans zulmü altındaki eylemsizlikten sonra, Osmanlı yönetiminin hemen ilk yıllarında bir Musevinin olumlu ya da olumsuz bu denli ciddi ve faal bir rol oynama durumuna gelmiş olması kayda değer bir olaydır.

II.Murad Musevi cemaatına büyük itimat ve yakınlık gösterdi. Padişah gayrimüslümlerden oluşan birlikler kurdu. Bu birlikler arasında Musevilerde bulunuyordu (Gariban Ordusu). Bu birliklere katılmak istemeyenler bir bedel karşılığı ile askerlikten muaf kalabiliyorlardı. Yunan bir tarihçinin dediğine göre (Guerta de la İstoria gazetesindeki bir yazıda) : “Her zaman ve yüzyıllardan beri Türkiye Musevileri savaşlara katıldılar ve Osmanlı devletinin Avrupa’daki savaşlarında başarıya ulaşmaları için çok para harcadılar, zira bu yönetim altında dinlerinin icaplarını rahatlıkla yerine getirebileceklerini ve Musevi oldukları için maruz kalabilecekleri saldırılara karşı Türk devletinin onları koruyacaklarını biliyorlardı.”

Musevi Dr. İshak Paşa (Bkz. Osmanlıdaki ünlü Museviler AMON AİLESİ) Saray Hekimbaşısı oldu. Bu ilk resmi tayin olup, bu itimat bütün imparatorluk süresince devam etti. Padişah ayrıca Sultan İshak Paşa ve ailesini vergiden muaf tutacak bir ferman çıkardı. Bundan sonra Musevilerin saray doktorluğu gelenek boyutu kazandı ve birçok Musevi tıp uzamnı Bab-ı Ali’de görev yaptı.

Museviler , Bizans devrinde İstanbul’un Galata semtinde otururulardı. Fetih stratejisinde galata, özellikle deniz kuşatması yönünden önemli bir yer taşıyordu. Bazı tarihçiler, Musevilerin Bizans’ı desteklememeleri için, Fatih Sultan Mehmet’İn kendileriyle gizli bir antlaşma yaptığını ve sonraları bu antlaşmaya dayanarak, Musevilere din ve vicdan hürriyetini sağladığını iddia ederler. Fakat bu özgürlüğe rağmen Osmanlılar İstanbul’u aldıktan sonra, II.Mehmet yeni singogların inşaatını yasak etti. Ayrıca mevcut sinagogların imar edilebileceğini ve evlerin sinagoga dönüştürebileceğini ilan etti. Fatih’in Museviler lehinde bir tutum takınmış olmasının asıl nedeni, bu cemaatin Bizans’ın savaşı sırasında takınmış olduğu Türk taraftarı tutum değildir. Ondan önceki Osmanlı hükümdarı gibi Fatih de, musevilerin teknik yeteneklerini küçümsememiş ve yeni imparatorluğun kalifiye eleman ihtiyacını gözden kaçırmamıştır. Bu nedenle kenti alır almaz güvenilir bir milletin yerli Rum unsurlara karşı dengeleyici bir rol oynayacağı düşüncesinden hareketle, Musevileri kente yerleşmeye davet etmiş ve bu amaçla imparatorluk kentlerine tamimler yollayarak, İstanbul’un Musevilere açık olduğunu ilan etmiştir. Hatta Fatih, buraya yerleşecek Musevilere “evler, tarlalar, bağlar..” vaad etmiştir. Bunun üzerine de bir çok Musevi İstanbul’a göç etmiştir. Gariban Ordusunda Museviler, Fatih zamanında da dövüştüler. Translivanya seferinde Samuel Sonsino büyük yararlılık göstererek Raih Capistran’ın kafasını kesen kişidir.

Evliya Çelebi2ye göre de, Edirne’den getirtilen Museviler İstanbul’da, Mahalle-ul Yahudiyyin Edirneviyyin (Edirne Musevileri Mahallesi) kurmuşturlar. Özellikle Hasköy ve Balat’a yerleştiler. Bu göçle gelen Museviler İstanbul’un ticarette gelişmesinde önemli bir rol oynadılar. O zamanlar Saray doktoruysa, Portekiz asıllı Moşe Amon’du (Bkz. Osmanlıdaki ünlü Museviler AMON AİLESİ). Fetihten birkaç gün sonra, Bizans hahambaşısı Mozi Capsali, Ortodoks patriğiyle birlikte divan üyeliğine tayin edildi. Deftertarlığa, Musevi Dr. Hekim Yakup atandı. Yekup Osmanlı devletine bulunduğu hizmetlerden dolayı vergiden muaf edilmiştir. Padişah’ın Boğazkesen’de 1452 yılının dördüncü ayında Rebi ül ahir tarihinde imzalamış olduğu fermanda şöyle demektedir:

“Bu fermanı yazmamın nedeni, biliginlerin şanı ve doktorların tacı, zamanın Galen ve Hipokratı, Musevi doktor Yakub’u ve bütün zürriyetini... benden sonraki sultanların koyacakları dahil bütün vergilerden muaf kılmaktır. Yukarıda zikredilen kişilerden (yakup ve ailesi) belirtilen (vergilerden) talep edenler, Tanrı’nın, meleklerin ve insanların gazabına uğrasın”

Osmanlı Musevileri, Avrupa’da yaşayan dindaşlarıyla kıyaslanmayacak derecede iyi bir hayat yaşıyorladı. Ticaret serbestliğine sahip oldukları gibi, istedikleri şekilde giyiniyorlar ve para harcayabiliyorlardı. İpek elbise giyme yasağı onlar için yoktu. Bu iyi hayatı gören iki mülteci David Caohen ve Kalman, Avrupa’da kötü şartlarda yaşayan dindaşlarının, Osmanlı topraklarına gelmelerini arzuladılar. Onların, ısrarıyla haham İsak Sarfati, Osmanlı İmparatorluğundaki hoşgörü ve iyi hayat şartlarını içeren mektubuyla Alman .musevilerini Osmanlı topraklarına davet etmiştir. Bu davet ile Macaristan, Sırbistan, Bosna, Kırım ve Almanyadan büyük gruplar ekın etti. Gelen bu kişiler çok sofu ve mutaasıptılar. Acaip kıyafetler içind eyaşıyorlardı. Neyse ki zamanla Osmanlı Musevileriyle kaynaştılar.

1450-1490 arası Edirne’de yaşayan Mordehay Comtino “Keter Tora” aslı tevratı tafsir eden ve ortaçağ yazarlarından olup ve şimdiye kadar kimsenin eleştirmediği “Ben Ezra” nın görüşlerinin tartışan bir kitap yayınladı. Mordehay ayrıca İstanbul’un alınmasına şahit olmuş kent liderlerinden biridir. İstanbul’da doğdu, din dışında astronomi ve matematik adında çalışmalar yapmıştır.

31 Mart 1492 yılında İspanya Karlı katolik Ferdinand ve Kraliçe İsabele, Musevileri İspanta’dan kovan meşhur fermanı yayınladılar. Kendilerine İspanya’yı terk için, üç ay gibi kısa bir süre tanıdılar. Ayrıcada yanlarına servetlerini almalarını yasakladılar. Museviler dünyasında, İspanya musevileri üstün ırk, ve Hazret-i Davut’un sülalesi kabul ediliyorlardı. Aşkenazlar, kötü koşullara alışıktı. Halbuki seferadlar (İspanya Musevileri) en iyi koşullarda yaşıyor ve üstün mevkileri paylaşıyordu.

Bu nedenle kovuluşları, musevi dünyası için çok büyük bir şok oldu. (Bu olay hatta Beit Ha-Migdash’ın üçüncü defa yıkılışı şeklinde kabul edildi.) 200.000 museviden 90.000’i Sultan II.Beyazıd’a başvurdu. Sultan: “ Bu Krala nasıl akıllı ve uslu Fernando diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor, benimkini zenginleştiriyor.” Sözüyle kapılarını büyük bir zevkle Musevilere açtı. Yayınladığı bir ferman ile de gelen Musevilere kötü davrananların idam edileceği belirtildi. Gelen Museviler özellikle İstanbul, Selanik ve Edirne’ye yerleştiler. Küçük bir grup ise Eretz-İsrael’e yani Kudüs ve Sfat’a yerleşti.

1497-1498 yıllarında ise Portekiz musevilerinin göçü başladı. Ancak bu kişiler, servetleriyle gelebildiler ve özellikle Edirne, Selanikl ve İzmir’e cemaatlar kurdular. Gelen bu iki grupta yeni vatanlarında büyük bir zevk ve istikrarla çalıştılar.

Aşkenazlar genellikle kendi aralarında yaşayıp, yidişçe konuşuyorladı. Seferatlar ise Hristiyanlarla ticaret yapıyor, çok şık giyiniyor ve müslümanlarla kaynaşıyorlardı. Kovuldukları yere, İspanya’ya kin duyacakları yerde oranın kültürüne devamla bugüne dek konuştukları dili “Ladino”yu korudular. O zaman kurulan sinagoglart geldikleri şehirlerin isimlerini taşıyordu. (Barselon, Cordova, Mayores...)

Yavuz Sultan Selim zamanında fetih doğuya kaydı. 1516 yılında Eretz-İsrael Osmanlı topraklarına katıldı. Bu Museviler için çok büyük bir olaydı çünkü onlar için bir kurtuluştu. Osmanlılardan evvel Mamelüklerin elinde olan İsrael son zamanlarında çok kötü ve bunalımlı yıllar yaşadı. Bedevi ayaklanmaları, dört veba salgınları, çekirge afeti, yer sarsıntıları ülkeyi harabeye çevirmişti. Osmanlıların gelmesiyle özellikle Kudüs ve diğer bütün şehirler canlandılar. Nüfus 300 aileden 2000 aileye çıktı. Bu mıntıkalarda bütün para işleri Musevilerce yürütülmeye başladı. Sarrarbaşı, parabasanlar museviler arasından seçildi. O tarihlerde saray doktoru Jozef Amon’du.

Bazı tarihçilere göre Eretz-İsrael toprakları Osmanlılarca daha evvel alınsaydı, İspanyadan göç eden Museviler Edirne ve benzeri yerlere gideceklerine bu topraklara yerleşecek ve İsrael devleti çok daha evvel kurulacaktı. Ayrıca bugünkü nitelik ve büyüklükte bir Arap olayları da olmayabilirdi.

Kanuni Sultan Süleyman İsrael tarihinde önemli bir yere sahiptir. Onun döneminde Kudüs imar edilmiştir. Şehrin surları ünlü Mimar Sinan tarafından restore edilmiş ve şehre su getirilmiştir. Musevi tarhiçileri yaptıklarından dolayı Kanuni’yi Kral Şlomo’ya benzetirlerdi. Kanuni zamanında “Kahyalık” kurulmuştur. Musevi kahyanın görevi, mahalli idarelerden olan şikayeti saraya aktarmaktı.

Amasya’da Peash arifesi bir Rumun kaybolması kan iftirası (Bkz. Osmanlıdaki Musevi olayları) ve büyük olaylara yol açmıştır. Bu olaylar saray tarafından önlemler alınarak , sona ermiştir.

Mısır valisi Ahmet Şaytan Paşa, Kanuni’ye karşı isyan ettiğinde, Mısır sarrafbaşısı Abraham Kastro’ya sultanın resminin paralardan çıkarılmasını emretti. Kastro durumu Sultan’a bildirdiğinden Ahmet Şeyta Paşa musevilerden öç almaya karar vererek musevi katliamına hazırlandı. Museviler korkulu günler yaşadılar. Neyse ki, Sultana bağlı kuvvetler, isyanı bastırdılar. Museviler bu kurtuluşlarını uzun yıllar Purum bayramında ayrıca “Purim del Cairo” adı altında kutlandı.

1529 yılında Osmanlı orduları Macaristan!a girdiklerinde, Budapeşte şehrinin anahtarı Kanuni’ye musevi Ben Şelemo tarafından teslim edildi. Bu hareketinden duygulanan Dultan, yayınladığı ferman Ben Şelemo ailesini ve yakınları Alamanesleri vergiden muaf tuttu.

Kanuni devrinde kabul edilen kapitülasyonlar sayesinde museviler çok kalkındı. Dış ülkelerle ve özellikle Fransa ile mal değişimini geliştirdiler. Güvene dayanan ve yabancı lisan gerektiren ticari müşavirlik, tercümanlık gibi meslekler musevilerce yapılıyordu. Musevi hakimler bilgileri ve sır tutmalarıyla yükseldiler.

Museviler arasında Kanuni devrinde tarihe geçmiş iki ünlü kişi: Donna Gracia Mendez ile Don Josef Nasi’dir. (Bkz. Osmanlıdaki ünlü Museviler NASİ AİLESİ)

Sanatkar bir padişah olan III.Murat zamanında İstanbul’da çok güzel köşkler inşaa edilmiştir. Bu devirde museviler en güzel evlere sahip olmuşlar ve verdikleri aşırı işçilik yüzünden, sultanın azami inşaat işçiliğini tesbit edilmesine sebep olmuşlardır. İktisadi güçlüklerin baş gösterdiği bir sırada, musevi bir kadının 40.000 duka değerinde bir mücevher takıp gezmesi büyük tepki yaratmış sultan hiddet içinde tüm musevilerin ölümünü emretmiştir. Sadrazamın ve musevi Ester Kira’nın (Bkz. Osmanlıdaki ünlü Museviler ESTER KİRA) etkisiyle valide sultanın ricaları sayesinde emir değiştirilmişse de, musevilerin ipek giysi giymeleri yasaklanmıştı.

16.yüzyıl Osmanlı Musevilerinin en parlak dönemidir. O tarihlerde Osmanlı topraklarını ziyaret eden Romanyalı bir memur hatıra defterine şöyle yazmıştır: “Yahudiler her istedikleri yere seyahat etme ve istedikleri gibi çalışma hürriyetine sahiptiler. Hristiyan ülkelerinin aksine herkes evinde, dükkanında ya da sokakta ticaret yapabilir. İstanbul’da Musevilerin matbaası var. İstedikleri kitabı basarlar. Padişah doktoru Musevidir. Başkasının yanına bile almaz. Museviler, kendi dindaşlarına dilencilik yaptırmıyor. Adamları var evden eve gidip para topluyor ve fakirlerini geçindiriyorlar...”

III.Mehmet döneminde Sadrazam Siyavuş Paşanın doktoru Dr.Benveniste idi. İspanya ile olan ilişkilerde Gabriel Bonaventura tarafından yürütülürdü. 1603-1617 yıllarında tahtta bulunan I.Ahmet’i yakalandığı çiçek hastalığını tedavi eden ve ölümden kurtaran Dr.Natan Eskenazinin eşi Boula İkeatiydi. Doktorun bir reçetesi sayesinde sultanı kurtaran Boula, bu hizmetine karşılık, Karaköy’deki Saint-Benoit manastırı papazları tarafından zorla hristiyan yapılmak istenen musevi çocuklarını sultan emriyle kurtarmıştır.

IV.Murat devrinin en önemli olayı 1633 yılındaki büyük İstanbul yangınıdır. Bu yangında çoğu musevi mahalleleri yanmış ve o tarihe değin ayrı cemaatler halinde yaşayan Romaniot ve seferatlar karışmaya ve sinagoglarını birleştirmeye mecbur kalmışlardır. IV.Murat yeniçerilerin musevilere karşı başlattıkları bir kan iftirasını bizzat önlemiştir.

IV.Mehmet zamanında Köprülü Mehmet Paşa, musevi Yuda Moiz Berberi’yi Stockholm’e elçi tayin etti. Ruslara karşı Türk-İsveç dostluğunu geliştirmişlerdir.

1660 yılında ikinci bir yangın musevileri tamamen barınaksız bıraktı. Saray bostancıbaşısı musevilere acıyarak, onları Üsküdar’a sultanın bahçelerinde misafir etti. O tarihlerde Avrupa musevilerinin güç şartları devam ediyordu. Devamlı baskılar altında yaşayan museviler sabırsızlıkla Mesih’in geleceği kurtuluş gününü bekliyorlardı. Bu devir Mosianik fikirlerin en güç kazandığı ve sahte Mesih’lerin çıktığı devirdir. Avrupdaki dindaşlarının inim inim inlerken, musevilerin cennetten farksız bir hayat yaşadığı İzmir’de tarihin en büyük sahte Mesih’inin çıkması hayretler verici bir olaydı. Bunlar Sabetay Sevi (Bkz. Osmanlıdaki Musevi olayları) ve Tavi’dir. Sabetay Sevi olayı sahte peygamber fırtınasının en büyüğüdür.

Yüzyılın son yılı, 1699 da imzalanan Karlofça antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğunun duraklama devri sona erdi ve gerileme devri başladı. Bu antlaşmayı imzalayan Türk heyetinde Dr.İsrail Konian vardı.

Bu asırda yaşayan museviler özellikle ticaret ile meşgul olmuşlardır. Selanik musevileri kumaş için boya imalinde, Bursa musevileriyse kumaşçılıkta çok ilerlemiş ve sivrilmişlerdi. Bunun yanı sıra Osmanlıda banka, sarraflık, tercümanlık, bilirkişilik, doktorluk, eczacılık gibi meslekler musevilerce yapılıyordu. Devlet memuriyetinde ise özellikle gümrüklerde görev yapıyorlardı. Ticaret ile upraşan her şirkette mutalak musevi bir danışman bulunurdu. İşinden çıkarılan herhangi bir dindaşının yerine geçen musevi dininden aforoz ediliyordu.

1730-1773 dönemi, Osmanlı tarihinde musevilere karşı bazı ayrıcalık taşıyan kanunların çıkartıldığı tek dönemdir. Mesela Yeni Camii etrafında oturmaları, üç kattan yüksek ev inşa etmeleri yasaklanmıştı. 18.yüzyıl edebiyat dahil herşeyde museviler için kötü bir yüzyıl olmuştur. Hiçbir şey yapamıyorlardı.

III.Selim zamanında olan en önemli olay ise Çanakkale savunması için oluşturulan savunma grubuna musevilerin de alınmasıdır.

Sultan II.Mahmut ise “ Musevilerin sadece sinagogda musevi olmalarını arzu ederiz. Sinagog dışında aynı siyasal haklara sahip olmalarını, dört kürekli (garimüslimler kayıklarında üç kürekten fazla kullanamazlardı) kayıklarla boğazı geçmlerini isterim.” sözleriyle musevilere çok yakınlık göstermiştir.

Yeniçer ocağının 1826 yılında yok edilmesi museviler için kurtuluş olmuştur. Son zamanlarda anarşi yuvasına dönüşen bu ocağın mensupları, musevi mahallelerinde olan çoğu yangına sebep olmuşlardır. Ayrıca şantaj yoluyla çok kere haksız menfaatler elde etmişlerdir. Yeniçeriler yüzünden cemaatin saygın üç maliyecisi idam edilmiştir. Acıman, Yehezel Gabay ve Çelebi Behor Kamona yeniçerilerin zorlamasıyla yeniçeri ocağının para işlerini yürütmüşler ve sarrafbaşılıklarını yapmışlardır. Her iç maliyeci zamanlar sarayın içine girerek sarrafbaşılığına yükselmişlerdir. O sıralarda, Babıalide muvcut musevi-ermeni sorunu, Artin Kazas’ın zorlamasıyla iftiraya dönüşmüş ve üç musevi yeniçerilere yardım ettikleri gerekçesiyle idam edildi. Özellikle hayır sever Karmona’nın idamı cemaatte büyük üzüntüye sebep olmuş, uzun yıllar Tişa Be Av’da sinagoglarda ruhuna dualar okunmuştur. Bu olaylardan etkilenen cemaat, uzun yıllar devlet idaresinde görev almaktan kaçınmıştır.

1839 yılında Sultan Abdülmecid batıya açılma olan Tanzimat devrini Gülhane Hattı Şerifi ile başlatıyor ve 1856 yılında Gülhane Hattı Hümayunu ile verdiği hakları teyid ediyordu. Bu iki fermanın okuduğu törenlerde protokolde hahambaşı Moşe Fresko bulunuyordu. Bu fermanlar, musevilere mal ve can güvenliğini, din serbestliğini, vergi eşitliğini, mahalli idarelerde temsil edilmeyi sağlamış, musevi gençlerine askeri okullara girme hakkını vermiş ve bazı halkın kullandığı ve musevileri küçük düşüren lakapları yasaklamıştır. Hatta o kadar ayrıcalıklar verilmiş, dost gibi benimsenmişlerki 1847 yılında Sultan Mecit Kuleli Askeri tıp okulunu ziyaret ettiğinde musevi öğrencilerin yemeklerden dolayı okula gelmediklerini görünce onlar için özel haham nezaretinde kaşerut yemek hazırlattırmış ve Cuma günleri şabat olduğundan onlara okula gelmemelerini özellikle emretmiştir. 1840 yılında Şam ve Rodosta Hristiyanlar büyük çapta kan iftiraları olayları çıkartmışlardır. Bunun üzerine, sultanı ziyarete gelen frnasız hayırsever Moşe Montefiaori olaya sultanca el koymasını rica etmiştir. Sultan kardeş Sultan Abdülaziz’inde teyidiyle bir ferman yayınlayıp yapılan bu iftiraların halk tarafından inanılmasını buyurmuştur.

Sultanın, batıya kapı açtırdığı bir devirde museviler, rum ve ermenilerin aksine gelişip asra uyacak yerde fanatizme kapılmışlar ve devletteki etkinlikleri diğer azınlıklara kaptırmışlardır. Sultan Abdülaziz zamanında patlak veren fanatizm-aydın veya akrişkomando ihtilafı 1854 yılında Hasköy Peripaşa ilkokulunun açılmasıyla başlamıştır. Fransızca da okutan bu okul fanatik çevrelerce kınanmış, çocuklarımızı hristiyanlaştırıyorlar kampanyasıyla boykot edilmiştir. Batı uygarlığının musevi cemaatine girmesini isteyen Avram de Kamondo Hasköy okulunu desteklemiştir. Bunun üzerine Kamondo, Haham Akriş tarafından aforoz edilmiştir. Kamando nüfusunu kullanarak Hahamı tutuklatmıştır. Bunu duyan 10.00 kadar Akriş taraflı musevi, Hasköy Balat sahillerinden kayıklarla hareket ederek bir Cuma günü, Eyüp Camiisinden namazdan dönen sultanın yolunu kestiler ve kendisinden Akriş’in affını istediler. Böylece Haham Akriş’i serbest bıraktılar. Bu olay ile Osmanlı da yaşayan musevilerin ne kadar birbirlerine bağlı olduklarını ve Saray ayrıcada Padişah üzerindeki etkilerinin ne kadar kuvvetli olduğunu çok iyi bir şekilde görebiliriz.

Sultan cemaatin daha iyi idaresini sağlamak amacıyla 1867 de “Hahamhane Nizamnamesi” ni kaleme aldırdı. Bu nizamnameye göre museviler seksen kişilik bir umumi meclis seçmektedirler. Bu meclisin altmış üyesi musevi mahallelerinde seçilmekte, bu kişilercede yirmi haham atanmaktadır. Hahambaşıysa, Edirne, Bursa, Selanik, Kahire, İskenderun, Bağdat gibi cemaatlerin hahambaşılarının katılmasıyla 120 kişilik bir meclis tarafından seçilmektedir. Bu şekilde seçilen ilk hahambaşı Yakir Geron, devamlı şekilde devlet protokolunda yer almış.

1873 yılında Osmanlı topraklarını ziyaret eden hayırsever musevi Baron de hirş, musevilerin tren ve PTT de memur olarak çalıştırılmalarını sultandan rica etmiş ancak musevilerin bu hizmetleri yapabilecek yabancı lisanları bilmedikleri ortaya çıkmıştır. Bunu gören baron Allianca İsraelite’yi kurmuştur. Bu okullarda yabancı öğretim yapılmış orta seviyeli öğrencilere ise el sanatları dersi verilmiştir.

Abdülhamid Dultan zamanında ABD ile ilişkileri güçlendirmeye başlamıştırlar. Bu güçlendirme için de sırasıyla iki elçi seçilmiştir. Bunlar Oskar Strauss ve Salamon Hirsch’dir. 1892 yılında İspanya musevilerinin, Osmanlı topraklarına gelişlerinin 400. Yıldönümü Pesah bayramında, bütün sinagoglarda kutlanılmıştır. Hahambaşı Moşe Levi Yıldız sarayında yapacağı metni Sultan!a sununca Sultan çok duygulanmıştır.

19.yüzyılın sonunda, Rusya’da, 2.Dünya Savaşındaki nazi katliamı aratmayan bir yahudi katliamı başlamıştır. Rusyadan kaçan musevi göçmenlere Osmanlı İmparatorluğu daha evvel İspanyollara yaptığı gibi kapılarını açmıştır. Bu göçmenler İspanya göçmenlerinden farklı siyonist fikirlerle dolu olduklarından, Türkiye’den transit geçip Eretz-İsrael’e gidip, orada ilk organize tarım ünitelerini kurmuşlardır. Bu göçü başka bir bakış açısıyla ele alırsak, ne kadar kimse fark etmese de İsrael de az da olsa bir devlet kurma teşebbüsüne başlanma Osmanlıların Rus musevilerine kapılarını açmakla sağlanmıştır. Eğer onlar kapılarını açmasalardı Ruslar İsrael’e gidemeyeceklerdi. Rusyadan çıkan musevilerin aralarından ufak bir azınlık, Anadolu ve Trakyaya yerleşerek tarım alanında çalışmalar yapmışlardır. Birinci aliyayı(Bkz. Sözlük) takiben 1906-1907 yıllarında aralarında Songourion, Ben Tavi, Moşe Sharet gibi liderlerin bulunduğu ikinci göçmen grubu tekrar Türkiye yoluyla Eretz-İsrael’e, kutsal topraklara gitmişlerdir. Osmanlı devleti bu hareketlere hiçbir zaman engel olmamış ve elinden geldiğince yardım etmiştir.

1893 yılında Abdülhamid hahambaşı Moşe Levi’yi Yıldız Sarayına davetle, İmparatorluğun zor durumda olduğunu söyleyerek, musevi gençlerinde orduya katılmalarını istemiştir. Hahambaşı, musevilerin bu şerefli görevi severek yapacaklarını söylemesi üzerine, sultan heyecanla sarayın kendisine ve bütün musevilere daima açık olduğunu bildirmiştir.

1909-1918 sultan Reşat döneminde, balkan savaşında museviler vatana büyük bağlılık göstermişlerdir. 1912 yılında Edirne’nin işgalinde hahambaşı Haim Becerano Bulgarları kınayan bir konuşma yapmıştır.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, ABD’nin yardımını sağmalaması amacıyla hahambaşı Hayim Nahamu’yu Amerika’ya yollamak istmeiş ancak çok parlak bir diplomat olan Nehum, Avrupa da düşmen kuvvetlerince durdurulmuş dolayısıylada tarihi görevini yerine getirememiştir. İstiklal Savaşı süresince museviler, bağlılık göstermişler, özellikle Anadolu cemaatleri kurtuluş kuvvetlerinin yanında yer almışlardır.

2 Şubat 1923 de Mustafa Kemal, Rafael Amado adında bir musevinin sorduğu soruya şöyle bir cevap vermiştir: “ Museviler bağlılık göstermişlerdir, istikbalde bizimle beraber mesut yaşayacaklardır.” Bu cevap bütün museiv halkını çok memnun etmiş ve 597 yıllık Osmanlı musevilerinin tarihini noktalamıştır.

İslam hukukunda, Hz. Muhammed’in vaaz ettiği DHİMMA kaideleribe uygun olarak müslüman cemaatinde yaşayan musevilerin gösterdikleri sadakate karşılık can ve mal güvenlikleri sağlanmıştır. Bütün Osmanlı tarihi boyunca Osmanlı padişahları bu kaideye hep sadık kalmışlar ve musevi cemaatinin her zaman can ve mal güvenliğini sağlamıştırlar. Bunun dışında musevilere din ve vicdan, ticaret, yerleşme, seyahat özgürlükleri dahil bütün hürriyetlerini tanımışlardır. Devletin bütün tarih boyunca hiç antisemitik bir olay yarattığına rastlanmamıştır. Hristiyan cemaatinin yaratmaya çalıştığı olaylar ise her zaman saray ve sultan tarafından engellenmiştir. Ayrıca Avrupa ülkeleri dahil dünyanın her yerindeki ıstırap çeken musevilere kapıları her zaman açık olmuştur.

Buna karşılık musevi tebası her zaman bağlılık göstermiş ve her fırsatta devlete en iyi şekilde hizmet etmiştir. Günümüzde bile Osmanlı da olan bağlılık hala Türkiye-İsrael arasında devam etmektedir. Hiçbir zaman hiç biri birbirine ihanet etmemiştir. Türkler ve Museviler bütün tarih boyunca barış içindeydiler ve ömür boyuncada hep barış içinde olmaları için de dualarımız hiçbir zaman eksik olmayacaktır.