17 Mart 2008 Pazartesi

2. Abdulhamit ve ingiltere ile dış ilişkiler...

Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşmasıyla toprak kaybederek çözülme sürecine girmişti. Bundan sonra Osmanlı Devleti ancak büyük devletlerin çıkar çatışmalarının yarattığı fırsatlar sayesinde ayakta kalabilmiştir. Kırım Savaşı’ndan sonra ekonomik bağımsızlığı da kaybolan Osmanlı Devleti emperyalist devletlerden birinin desteğine mecbur kalıyordu. 19.yüzyıl ortalarına geldiğimizde Rusların güçlenmesi ile Osmanlı Devleti’ne baskılarını arttırdı. Rusların özellikle boğazlar üzerindeki emelleri ve sıcak denizlere inme hayalleri, Avrupalı güçlerin özellikle İngiltere’nin çıkarlarına ters düşmekte idi. İngiltere Hindistan sömürge yollarının güvenliği için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruyan bir politika izliyordu. Fakat 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası artık İngiltere’nin bu politikasından vazgeçmiş olduğunu görüyoruz. 1876’da tahta geçen Abdülhamit Han özellikle devletin altını oyan İngiltere ile uğraşmak zorunda kalacaktır. Abdülhamit Han’ın İngilizlere karşı en büyük kartı birliğini yeni oluşturmuş ve güç yarışına katılmış olan Almanya olacaktır. Abdülhamit Han önceleri İngiltere desteğini almaya uğraşmışsa da Almanya’ya ya yönelmek zorunda kalmıştır. Zira Avrupa’da genel kanı, Osmanlı Devleti’nin artık yolun sonuna geldiği hakimdi. İngiltere Hindistan yolunun güvenliği için stratejik noktaları denetimi altına alma yoluna yönelmişti.[1] Bu çalışmamızda İngiltere’nin Hindistan yolu üzerindeki Osmanlı topraklarına müdahaleleri ve II. Abdülhamit’in İngiliz dış politikası genel hatlarıyla incelenecektir.

1. II. ABDÜLHAMİT’İN İLK YILLARINDA ULUSLARARASI ORTAM

1.1. Değişen Dengeler

Osmanlı Devleti 1699 Karlofça Antlaşmasıyla Macaristan’ı kaybetmesinden sonra büyük bir toprak kaybetme sürecine girmiştir. Bu çözülme devri 200 yıl kadar sürmüştü. Bunda klasik güç sistemi içindeki aktörlerin çıkar çatışmalarının payı büyüktür. Osmanlı Devleti bu çıkar çatışmaları sayesinde yeni müttefikler elde ederek varlığını devam ettirmişti.

19.yüzyılın ortalarına gelindiğinde devletin sınırlarından başlayarak çökmeye başladığını görüyoruz. 1757 yılında İngiltere Hindistan işgali ile birlikte Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti İngiltere’nin Hindistan yolları üzerinde bulunmaktaydı. Ekonomik ve stratejik açıdan bu yolların güvenliği İngiltere için hayati önem taşıyordu. Bölgeye başka bir gücün nüfuz etmemesi için 1870’li yıllara kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunur olmuştu. İngiltere özellikle Rusya’dan korkuyordu. 1853 yılında Rusya’ya karşı Osmanlılarla yapılan işbirliği bu politikanın örneğiydi.[2] İngiltere’nin bu politikası Osmanlı-Rus Savaşı’na (1877-1878) kadar sürecektir. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumanın çok zor olacağı düşünülmeye başlanmıştır.

Rusya ise 1870’lerden sonra Panslavist bir politika izlemeye başlamıştır. 19.yüzyılda 4 kez Osmanlı Devleti ile çatışmaya giren Rusya, son savaşla devletin Balkan topraklarını parçalamıştır.[3]

Ayrıca Almanya’nın ulusal birliğini kurması ve Avusturya ile Balkanlarda bir Pangermen bloğu ihtimali de Rusları Panslavizm politikasına itmiştir.

Almanya ise muhtemel bir Fransız-Rus ittifakından çekinmekte idi. Fransa’nın bu yolla kendisinden intikam alacağını düşünüyordu. Bu sebeple Almanya’nın gayretleriyle 1872 yılından Kutsal İttifak da denilen Birinci Üç İmparatorlar Birliği kurulmuştu.

Tüm bunlar göstermektedir ki güç dengeleri değişmekteydi. Bu ortamda iktidara gelen II. Abdülhamit’in uluslararası politikada hareket alanı iyice sınırlanmıştı. Osmanlı diplomasisinin geleneksel denge politikasının koşulları ortadan kalkmış gibi görünüyordu.[4] Sultan Abdülhamit tahta çıktığında Sırbistan ve Karadağ ile iki ay öncesinden başlayan savaş devam ediyordu. Bu savaşı takiben de Osmanlı-Rus harbi meydana gelecekti. (1877-1878)

2. OSMANLI-RUS HARBİ VE SONUÇLARI

2.1. Osmanlı, Sırp-Karadağ Savaşı

Yukarıda bahsettiğimiz gibi II. Abdülhamit tahta çıktığı sırada Osmanlı Devleti Sırbistan ve Karadağ ile harp halinde bulunuyordu. Daha önce vuku bulan Bosna-Hersek İsyanı ve Bulgaristan olaylarında Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı tutumları ve de Rusların Panslavist politikalarının etkisiyle Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarını kazanmak veya en azından muhtariyetlerini kazanmak ümidine düşmüşlerdi. Bu sebeple Sırplar ve Karadağlılar isyancılara yardım ediyor ve Osmanlı kuvvetlerine karşı gerilla harbini kuvvetlendiriyorlardı.[5]

Ayrıca Belgrad’ da basın açıkça Yugoslav birliği hakkında yayınlara başlamıştı. Bu yayınların tezi, Sırpların, Hırvatların, Slovenlerin ve Bulgarların aynı çatı altında toplanmaları idi. Bu gibi yayınlar ayrıca Rusya ve Avusturya devletleri tarafından destekleniyordu. Rusya bu sırada Balkanlarda yoğun bir Panslavizm propagandasına girişmiş bulunuyordu. Bu propagandaların tahrikiyle Sırbistan ve Karadağ hükümetleri, Osmanlı Devleti’ne düşmanca tavırlarını çoğaltıyorlardı. Ayrıca Sırbistan savaş hazırlıkları yapıyordu. Çernayef adında bir Rus general Sırp ordusunun başına getirilmişti. Osmanlı hükümeti tüm bu olanları Sırbistan’ın izah etmesini istedi. Lakin cevap bir yana savaş başladı. (1 Temmuz 1876)[6]

Osmanlı kamuoyunda bu savaş büyük bir heyecan yaratmıştı. Basın yoluyla olayları öğrenen halk canı ve malı ile savaşa destek olmaya başlamıştı. Halkın bu şevki hükümete savaşın zaferle sonuçlanacağına dair cesaret veriyordu. Hükümetse ilk olarak diplomatik tedbirler almayı yeğledi. Çünkü diğer devletlerin müdahalesi sonucu değiştirebilecek etkilere neden olabilirdi. Bu sebeple hükümet savaşa Sırbistan ve Karadağ’ın zorlamalarıyla girdiğini, saldırgan değil, savunan taraf olduğunu Avrupa devletlerine bildirdi. Sırbistan’ın Paris anlaşmasının hükümlerini de ihlal ettiğini belirtti.[7]

Avrupa devletleri sessiz kaldılar. Avusturya ve Rusya savaşın sonunu bekliyorlardı. 8 Temmuz’da Reichstad anlaşmasını yaptılar, bu anlaşmaya göre Osmanlı devleti galip gelirse savaş öncesi durumun devamını temin edeceklerdi. Mağlubiyeti halinde ise Balkanları paylaşacaklardı.[8]

Netice itibariyle savaş bütün cephelerde Osmanlı lehine sonuçlandı. Bu sonuç Rusya’da büyük bir tepki doğurdu. Rusya’nın müdahalesi gündemdeydi. İngiltere’de de kamuoyu Osmanlı aleyhine dönüyordu. Goladston’ un Bulgar ayaklanması ile ilgili yayınladığı bir broşürde Türklere en ağır hakaretleri savuruyordu. Eserinde açıkça Türklerin Avrupa’dan kovulmasını savunuyordu. Ayrıca Türkler hakkında “insanlığın insanlığa karşı numunesi” diyerek ırkçı bir tavır takınıyordu.[9]

Müdahale kaçınılmaz görünüyordu. İngiltere hem kamuoyunu yatıştırmak hem de Rusya’nın Balkanlarda tek başına bir düzenlemeye girmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nden barış görüşmelerinin yapılmasını istedi. Böylece büyük devletlerin savaşın başlangıcından beri devam ettirdikleri tarafsız durum sona erdi.

Osmanlı Devleti kendi belirlediği şartlarda bir anlaşmanın yapılması için savaşı durdurdu. Fakat çok ağır olmayan şartları kabul edilmedi. İngilizler, Sırbistan ve Karadağ’a yeni imtiyazlar ve Bosna-Hersek’ e muhtariyet verilmesini istedi. Bunu diğer devletlerde destekledi. Sanki Osmanlı Devleti savaşı kaybetmiş gibi gösteren bu şartları hükümet kabul etmedi.

Bu arada Sırbistan ordularını yeniden hazırladı ve eksikliklerini giderdi. Başta İngilizler olmak üzere büyük devletlerin Osmanlı Devleti aleyhine döndüğünü gören Sırbistan tekrar saldırdı. Osmanlı kuvvetleri yine galip geldi. Bu sefer Belgrad yolu Osmanlı ordularına açılmıştı.

Ruslar Sırpların mağlubiyeti ile Balkanlarda Rus nüfuzunun silineceğini gördüğü için hemen müdahalede bulundu. Osmanlı hükümetine hemen barış yapması için 48 saatlik bir ultimatom verdi. Rusya’yla savaşı göze alamayan hükümet mecburen mütarekeyi kabul etti.[10]

Rusya’nın ultimatomu verdikten sonra seferberlik ilan etmesi İngiltere’yi telaşlandırdı. Rusya’nın Balkan sorununu tek başına çözmesi demek, Balkanları tamamen nüfuzu altına alması demekti. Böyle bir durumda Hindistan yolu tehlikeye girecekti. İngiltere İstanbul’da bir konferans yapılmasını önerdi. Osmanlı hükümeti Rusya’nın savaş için fırsat kolladığını biliyordu. Bu yüzden konferansı kabul etti.

Konferansta Balkanlarda ıslahat isteklerinin olacağını bildiği için Osmanlı kimseye haber vermeden meşrutiyet ilanına karar verdi. Osmanlı temsilcileri meşrutiyetin ilanını konferans sırasında açıklayarak konferansı havada bırakmak istemişlerse de temsilcileri etkileyemediler. Osmanlı temsilcilerinin iştirak etmediği görüşmeler sonucu Balkanlara muhtariyet getiren bir taslak sundular. Ancak bu şartlar reddedildi.

Bunun üzerine konferans delegeleri bu şartların kabul edilmesi için İngiliz delegesinin Osmanlı otoritelerine teşebbüste bulunmasını istediler. Bu amaçla İngiliz delegesi Salisbury Sultan Abdülhamit’e bir layiha sundu.[11]

Bu belgede Salisbury tekliflerin reddi halinde Rusya’nın savaş açacağını ve Osmanlının buna hazır olmadığını belirtiyordu.

2.2. Osmanlı – Rus Savaşı

Konferans dağılmıştı ama görüşmeler devam ediyordu. Bu görüşmeler dahilinde İngiltere ve Rusya Osmanlı hükümetini barışa zorlamak amacıyla 31 Mart 1877’de Londra’da bir protokol imzaladılar. Bu protokol sözde Avrupa barışının korunmasına yönelikti, ama içerikte Osmanlı Devleti’ni hiçe sayan koşullar öne sürüyordu. Nitekim 12 Nisan’da Osmanlı Devleti’nce reddedildi ve 24 Nisan 1877’de Rusya Balkanlara asker sokarak savaşı başlattı. Sultan Abdülhamit, devletin savaş gücünün yetersizliğini bilmekle beraber savaş taraftarlarının tesiriyle harbi kabul etmek zorunda kalmıştı.

Savaşın başlamasıyla büyük devletler tarafsızlıklarını ilan etmişlerdi. Yalnızca İngiltere Rusya’nın harp sebeplerini haklı görmediğini ve müdahalenin Paris anlaşması hükümlerine uymadığını belirterek protesto etti. Fakat Osmanlı Devleti’nin tüm çabalarına rağmen tüm Avrupa devletleri sanki birbirleriyle anlaşmışçasına hiçbir karşılık vermediler.[12]

Kafkaslar ve Balkanlarda süren savaş, Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlandı. Her ne kadar Plevne’ de Gazi Osmanpaşa ve Doğuda Ahmet Muhtar Paşa kısmen başarılı oldularsa da, bu yeterli olmadı ve Osmanlı kuvvetleri Rusları durduramadı. Ruslar Ayastefanos’ a kadar ilerlediler. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti Ruslarla ateşkes yapmak zorunda kaldı.

2.3. Yeşilköy Anlaşması ve Berlin Anlaşması

Osmanlı hükümeti 3 Mart 1878’de Rusya’yla ağır şartlar taşıyan Yeşilköy Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı hükümeti, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığını kabul ediyor, Bulgaristan’da muhtar hale geliyordu. Ayrıca Doğu’ da Kars ve Ardahan olmak üzere bir kısım Osmanlı toprağı da Rusların eline geçiyordu. Bu durum diğer Avrupa devletlerini rahatsız etmişti. Özellikle İngiltere Ortadoğu’da güçlenen bir Rusya’nın Hindistan güvenliğini tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu anlaşma Avusturya’nın da Balkan çıkarlarını zedeliyordu. Zira Rusya Peşte’ de Avusturya’ya verdiği sözü tutmamış, Balkanları kendi insiyatifine göre şekillendirmek istemişti. Nihayet İngiltere ve Avusturya, Yeşilköy anlaşmasını yeniden görüşmek üzere Rusya’yı zorladılar. Bunun üzerine heyetler Berlin’de görüşmelere başladılar. Temmuz 1878’de Berlin anlaşması imzalandı.[13]

Berlin’de imzalanan yeni anlaşmayla, İngilizler açısından Yeşilköy anlaşmasının koşulları nispeten yumuşatılmıştır. Ancak Osmanlı Devleti açısından etkileri daha vahim oldu. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti yarısı müslüman olan en az beş milyon nüfusla, bütün topraklarının üçte birine yakın kısmını terkedmeye zorlanmıştı. Bu Osmanlı Devleti için bir yıkım senedi olmuştu. Yeşilköy Anlaşması sadece Ruslara karşı bir zaaf iken, Berlin Anlaşması’yla Osmanlının kaderi hakkında diğer devletlere de söz hakkı veriliyordu. 93 Harbi ve sonrası olaylar Osmanlılara yalnızlıklarını iyice hissettirmişti. Sultan II. Abdülhamit özellikle İngiltere’ye kırgın ve kızgındı. Osmanlı hükümeti 1856 Paris anlaşmasını imzalayan devletlere tekrar müracaat ederek garanti ettikleri Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumalarını istediyse de bir netice elde edemiyordu. İngiltere ve Fransa şartların değiştiği gerekçesini öne sürüyorlardı. II. Abdülhamit’e göre, İngilizler daha önce söz verdikleri halde 93 Harbinde yardım etmeyerek açıkça ihanet etmişlerdi.[14]

1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği politikada önemli bir dönüm noktası olmuştur. Rusların İstanbul ve Erzurum’a kadar ilerlemesi İngilizlerde Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumanın artık geçerliliğini yitirdiği hissini uyandırmıştı. Lord Salisbury’ ye atfedilen “Kırım Savaşı’nda yanlış ata oynadık!” sözü de bunu göstermektedir.[15] Bu tarihten sonra İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk ederek, devletin yıkılması ve bu topraklar üzerinde kendine bağlı devletçikler kurma (Örneğin Yunanistan, Ermenistan) veya Hindistan yolunun güvenliği açısından önemli görülen stratejik noktaları denetimi altına alma yoluna sapacaktı.[16]

İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı tutumundaki bu değişiklikte, iç siyasal gelişmelerin de etkisi vardır. Muhalefetteki Liberal Parti, Osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasını hem çok zor hem de masraflı ve gereksiz bulmaktaydı. Başbakan Disraeli’ nin geleneksel Osmanlı politikasına yakınlığına rağmen Dışişleri Bakanı Salisbury daha çok Rus yanlısı idi.[17] Hatta 1877-1878 Savaşı’nı izleyen Marx’a göre İstanbul yakınlarına gelen Rus orduları “soğuktan ve açlıktan” harabolduğu için nihai zaferi kazanacak durumda değildi. Fakat Marx’ ın “İgnatiyef’in dostu” ve “Rus ajanı” olarak nitelediği Salisbury’ nin etkisiyle Rusya lehine bir mütareke yapılmıştır.[18] Muhalefetin baskısı ve Osmanlı – Rus Savaşı’nın sonuçları birleşince, iktidardaki Muhafazakar Parti de bir ikilem içinde kalmıştır. Sonuçta 1880 yılında Liberal Gladstone’ un iktidara gelmesiyle, İngiltere’nin Osmanlı politikasındaki değişim daha bir netlik kazandı.[19]

3. İNGİLTERE VE OSMANLI DEVLETİ

3.1. Kıbrıs’ın İngiltere’ye Devri

Rus tehditleri sebebiyle iyice güçsüzleşen Osmanlı Devleti karşısında, İngiltere Ortadoğu’da durumunu daha da güçlendirecek tedbirler almaya yönelmiştir. Bu sebeple İngiltere stratejik noktaları himayesi altına almayı amaçlamıştır. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni parçalama politikasının ilk göstergesi, Kıbrıs adasının işgal ve yönetimini ele geçirmesidir. İngiltere Berlin Konferansı’nda Osmanlı Devleti’ni destekleme sözüne karşılık II. Abdülhamit’ten Kıbrıs’ı resmen istedi. İngilizler bahane olarak Rusların Türkiye’ye yapacağı tecavüzlerin zamanında önlenebilmesi için adanın geçici olarak İngiltere’ye bırakılması gerektiğini gösterdi. II. Abdülhamid, bu teklife direnmesine karşın, İngiltere üslubunu sertleştirmiş ve “ne pahasına olursa olsun adanın işgal edileceği” tehdidinde bulunmuştur.[20]

Böylece kısa bir süre içinde anlaşılmıştır ki, değişen şartlarda emniyet için hiçbir yabancı güce güvenmek mümkün değildi. Ayrıca eğer Avrupa devletleri aralarında anlaşabilirlerse Osmanlı toprakları paylaşılabilirdi. II. Abdülhamit’e göre İngiltere özellikle Ortadoğu’ya nifak sokarak Osmanlı Devleti’nin birlik ve bütünlüğünü bozmaya çalışmakta idi. Ancak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sorunlar nedeniyle İngiltere’ye karşı açıkça bir tavır mümkün değildi.[21]

Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakan anlaşma 4 Haziran 1878’de imzalandı. Anlaşmaya göre İngiltere adaya geçici olarak çıkıyordu. Ruslar, Batum, Kars ve Ardahan’ı terkedince İngiltere Kıbrıs’ı terkedecekti.[22]

İngiltere “Batı Asya’nın anahtarı” olarak gördüğü Kıbrıs’a yerleşirken, Rusların güneydoğudan Hindistan’a gidecek koridora inmesini engellemek için çalışmaya başlamıştı. İngilizler “Kıbrıs anlaşması”na ayrıca Hıristiyan teba (özellikle Ermeniler) için ıslahat yapılmasına dair bir madde de koydurmayı başardı. Berlin anlaşmasının da 61.maddesine konan bu hüküm ileride Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtacaktır.[23]

Bu olaylar göstermektedir ki İngiltere Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına çalışmaktadır. Hıristiyan uluslar birer birer devletten koptukça nüfus dengesi müslümanlar lehine değişiyordu. Bu durumda İslam yeni bir dayanışma ilkesi olabilirdi. Böylelikle II. Abdülhamit’in elinde Türk olmayan Müslüman halkları tutmak için yalnızca Pan-İslamizm kalıyordu.[24]

İngilizler ise yeni politikalarıyla Arapların yaşadığı bölgelere yönelerek Abdülhamit’in Müslüman unsurları bir arada tutabilme çabalarını önlemeye çalışıyordu. İngiliz sömürgeleri içindeki müslümanların Pan-İslamizm etkisiyle isyan etmeleri en büyük korkuları olmuştu. Bu sebeple İngilizler Arap ülkelerine milliyetçilik propagandası faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bu amaçla gözünü Mısır’a çevirdi. Mısır Arap dünyasına nüfuz etmek için iyi bir üs olabilirdi. Ayrıca Mısır sömürge yolları içinde stratejik öneme haiz bir yerdi.

3.2. Mısır’ın İşgali

19.yüzyılın başında Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da isyan etmesinden sonra Mısır’ın idaresinde başa geçen Hidivlere bir çok imtiyazlar verilmişti. Hidivler bu imtiyazları genelde devlet adamlarına verilen “kapı yoldaşı” denen hediyelerle yeni bir nevi rüşvetle elde ediyorlardı.[25] Bu imtiyazlar dahilinde adeta Mısır’a muhtariyet verilmişti. Zamanın Hidivi İsmail Paşa’nın ise Mısır hakkında büyük ihtirasları vardı. Bir hükümdar gibi hareket eden Hidiv Mısır’ı kalkındırmak düşüncesi ile plansız ve aşırı icraatlar yapmıştı. Mısır’ın ihtiyacını aşan bu kalkınma programı için vergiler yetmeyince Avrupa ülkelerinden borç para alma yoluna gidildi. Mısır’da mali kontrol daha çok Fransızların elinde idi. Fakat İngiltere kendisi için stratejik öneme haiz olan Mısır’ı Fransa’yla paylaşmak istemiyordu. Bu sebeple Mısır Hidivi’ nin aşırı borçlanmaktan dolayı Süveyş kanalı hisselerini satma isteğini duyan İngiltere Başbakanı Disraeli Maliye Bakanına bile danışmadan 4 milyon sterline bu hisseleri satın alarak Mısır’da İngiliz varlığını güçlendirmeye başladı. Daha sonra 1876 Fransa ile birlikte İngiltere Mısır’ın gelir-giderlerinin kontrolü için bir komisyon kurdu. Artan bu dış müdahale sebebiyle Hidiv bu iki devlete karşı orduda bazı kışkırtmalarda bulundu. Bu devletler de Osmanlı devletine baskı yaparak Hidivi değiştirttiler. Bu olaylar Mısır’da milliyetçiliği körükledi.[26]

“Vataniler” adıyla örgütlenen muhalefet hükümeti devirip yabancı kontrolörler gönderilince, İngiltere ve Fransa savaş gemilerini bölgeye intikal ettirdiler. İsmail Paşa’ya istifa etmesi önerildi. Fakat Hidiv İsmail Paşa bunu kabul etmeyince iki ülke Hidivi II. Abdülhamit’e şikayet ettiler. Sonuçta II. Abdülhamit Hidivi azledip yerine oğlu Tevfik Paşa’yı getirdi.(25 Haziran 1879)[27]

Bu arada İngiltere ve Fransa olayların yatışması için gücünü artıran Vatanilerin lideri Arabi Paşa’yı Harbiye nazırı yapılmasına ses çıkarmamışlardı. II. Abdülhamit milli niteliğinden dolayı harekete soğuk bakmışsa da, yabancı egemenliğine karşı olan bu hareketi desteklemiş ve Arabi Paşa’yı özel temsilciler aracılığıyla nişanla taltif de etmiştir.[28]

Arabi Paşa orduda takviye yapması ve yabancıları göndermesi üzerine İngiltere ve Fransa bölgeye savaş gemilerini yolladı. Ancak müdahale için anlaşamadılar. İngiltere Mısır’a tek başına yerleşmek istemektedir. Bu amaçla II. Abdülhamit’ten asker gönderip asayişi sağlamasını istediler. Ancak II. Abdülhamit kendi insanını silah zoruyla ezip yeniden idareyi yabancılara bırakan halife durumuna düşmek istemiyordu.[29] Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Hidiv’ e baskı yapma yolunu seçmiştir. Bu karışık ortamda gerginlik artmış ve küçük bir tartışma neticesinde şehirde olaylar başlamış ve 57 Hıristiyan ve 140 kadar müslüman İskenderiyeli ölmüştür.[30]

Avrupa devletlerinin konsolosları, Mısır’da meydana gelecek olayları başından beri bilmekte idiler. Bu yüzden hadiselerden sonra şehri terk etmişlerdi. Bu aşamada Arabi Paşa müdahalenin kaçınılmaz olduğunu görmüş ve İskenderiye’yi savunma hazırlıklarına başladı. 11 Temmuz 1882 günü İngiliz filoları şehri aralıksız akşama kadar topa tuttu. 12 Temmuzda Mısır’a asker çıkaran İngiltere artık idareyi ele almıştı.

Osmanlı Devleti bütün uğraşlarına rağmen İngiltere’yi Mısır’ı boşaltması için ikna edemedi. Askeri yönden de buna imkan yoktu. Sonunda mecburi anlaşma yoluna gidildi. (24 Ekim 1885). Anlaşmaya göre İngiltere Mısır’ın idaresinde Osmanlı Devleti’yle ortak oluyor ve sınırlarda güven kurulmadıkça İngiltere Mısır’ı boşaltmayacaktı. Sultan II. Abdülhamit Han İngiltere’yi Mısır’dan çıkaramayacağını anlayınca İngiltere politikasında büyük değişiklik yaptı. Saltanatının sonlarında Almanya’ya yakınlaşmayı sağladı.[31]

Mısır bundan sonra II. Abdülhamit’in İslam Birliği Siyaseti’ne karşı İngilizlerin Arap milliyetçiliğini körüklediği bir merkez olmuştur. Ayrıca İngilizler Arabistan yarımadasını hedef olan halifeliğin Araplara geri verilmesi doğrultusunda propaganda merkezi yine Mısır olmuştu.

Aslında İngiltere Mısır’ı işgali ile milletlerarası siyasette büyük bir yalnızlığa itilmişti. Fransa ve Rusya İngilizleri Mısır’a tek başına el koymasını hazmedemediler. Bu iki devlet işgali tanımamak için Osmanlı hükümetini desteklemekte anlaştılar. Ancak bu anlaşma üzerine İngiltere Mısır’ı tamamen işgal etmediğini asayişi tesis ettikten sonra Mısır’ı boşaltacağını açıklamak zorunda kaldı.[32]

İngilizler hiçbir zaman siyasi ve askeri yönden çekinecek yanı yokken yine de bu açıklamayı yapmıştı. İngiltere Mısır’ın müslüman bir ülke olduğunu ve bu yüzden müslümanlarca yönetilmesi gerektiğini belirtiyordu. Çünkü II. Abdülhamit müslümanların halifesi durumundaydı. Her ne kadar Arap milliyetçiliği görünse de hilafet konusunda hala tartışmalar kesinlik kazanmamıştı. Mısır’da İngiliz varlığını tehlikeye düşürmemek için İngilizler İslam halifesini doğrudan karşısına almak istemiyordu. Öte yandan halife de bu yıllarda meseleyi görüşmeler yoluyla halletmek taraftarıydı. Mısır İslam merkezlerine yakın bir yerdi. İngilizler herhangi bir problem çıkmadan bertaraf edilmeliydi. Zira halifenin bu hususta bir zaafı İslam alemindeki prestijini sarsabilirdi.[33]

İngiltere ancak sakin bir ortamda II. Abdülhamit’in halifelik nüfuzunu kıracak hazırlıkları yapabilirdi. Bu amaçla önce halifenin meşruluğunu tartışma konusu haline getirdiler. Bunun için ellerinde iyi de bir koz vardı. Mısır Hidivi Tevfik Paşa halifelik hülyasına sahipti. Ayrıca Mısır’da milliyetçilik fikirlerinin de yayılması belli bir süre içinde Mısır’ın kendiliğinden Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını sağlayacaktı. Bu maksatla İngilizler basın yayın organlarını etkili bir biçimde kullanacaklardır. Bu gazetelerin çoğunluğu Avrupa’ya oradan da Mısır’a kaçan Jön Türklerin çıkardıkları gazeteler ve mecmualardır.[34]

3.3. Panislamizm ve II.Abdülhamid

Sultan Abdülhamid yıkıcı güçler olarak gördüğü liberalizme ve milliyetçiliğe tamamen karşı çıkmakla kalmıyor, kendi saltanatının geleneksel ve İslami niteliğini de vurgulayarak bunların etkinliğini azaltmaya çalışıyordu. Bu eğilim Abdülaziz’in son yıllarında başlamış bulunuyordu. Ama II. Abdülhamit halifelik unvan ve sembollerini kullanarak İslam dayanışmasına önceki sultanlardan daha çok başvurmaktaydı. Onun bu tercihini sadece yıkıcı ideolojilere karşı bir denge bulma arzusu yansıtmıyordu. Ayrıca 1878’deki toprak kayıplarıyla nüfus dengesi müslümanlar lehine değişmesi İslam’ ı yeni bir dayanışma unsuru olarak öne çıkarıyordu.[35]

Şerif Mardin’e göre ise Abdülhamid Han tahta çıktığında “Osmanlılık” ilkesini egemen kılmak istemektedir. Fakat ona göre II. Abdülhamid’in politikasının “Panislamizme” bağlanışının nedeni Gabriel Charnes’in “Le Panislamisme” adıyla yazdığı kitaptır. 1880’de çıkan kitaba göre II. Abdülhamit er geç Panislamizm politikasına sapmak zorunda kalacaktır. Eser Osmanlı Devleti için Panislamizm’den başka çıkar yol olmadığını öne sürüyordu.[36]

İçerdeki ve dışarıdaki müslümanlar göz önüne alındığında II. Abdülhamit’in Panislamizm politikası birbirinden farklı fakat aynı zamanda, birbirleriyle ilişkili iki anlam içeriyordu. II. Abdülhamid ırki esaslara dayanan milliyetçilik hususunda özellikle hassas idi. II. Abdülhamid İngilizlerin milliyetçiliği Arap dünyasında ve yaymak suretiyle Arapları kışkırtıp Osmanlı Devleti’ni parçalamak gayesinde olduğuna emindi.[37] II. Abdülhamit için Panislamizm Osmanlı Devleti içindeki müslümanlar için birleştirici bir unsurdu.

Dışarıdaki müslümanlara gelince, II. Abdülhamit’in “Dünya Müslümanlarının Halifeliği” gibi büyük bir iddiadan daha sınırlı, daha realist amaçları vardı. Bu onun ideali olabilirdi ama gerçekte Abdülhamit gücünün sınırlarını bilen bir kişiydi. 1881’de Hindistan’a yollamak için Yıldız’ da İslam gazetesi bastırırken; çeşitli Arap bölgelerine ajanlar yollayıp propagandasını yaparken; ya da Cemalettin Afgani gibi bir alimi sarayına davet ederek İngilizlere karşı kullanırken hep emperyalist ülkeler üzerine baskı yapmak ve onların Osmanlı Devleti’yle ilgili entrikalarını bertaraf amacını güdüyordu.[38]

Özellikle 93 harbinden sonra İngiltere Hindistan’daki Pan-İslamcı gelişmeleri dikkatle takip etmiştir. Bundan önce ise hem kendi hakimiyetini tesis etmek, hem de Asya’daki Rus emellerini frenlemek için İngiltere, hilafetin Hindistan’daki nüfuzunu arttırmasına göz yummuştur. Bununla birlikte İngilizler her zaman için bu siyasetin yani Panislamizm’in, bir gün kendilerine karşı kullanılabileceğini hesaplıyorlardı.

Bu endişeler neticesinde İngilizlerin Hindistan müslümanları faktörünü aşırı büyüttüğü gerçektir. II. Abdülhamit pekala biliyordu ki zamanın koşulları ve imkanları dahilinde Hindistan müslümanlarını İngilizlere karşı topyekün harekete geçirmek onları kırdırmak olurdu. Bununla birlikte bazen böyle görünerek, bir bakıma blöf yaparak İngilizlerle ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanılmaya çalışılmıştır.[39]

SONUÇ

Sultan II. Abdülhamit memleketin gerçekten bunalım içinde bulunduğu zor bir dönemde tahta çıkmıştır. 1876 Karadağ ve Sırbistan ile Savaş; 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı, 1881 Tunus’un Fransızlarca; 1882 Mısır’ın İngilizlerce işgali olayları, Osmanlı Devleti’nde gerek dış, gerekse iç siyasetinde önemli değişikliklere neden olmuştur. Özellikle 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı sonrası görülmüştür ki, Avrupa devletleri, menfaatleri gereği Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçmiş ve artık Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasına çalışır olmuşlardı. Fakat aralarındaki çıkar çatışmaları bunun bir anda vuku bulmasını önlüyordu.

İngiltere sömürge yollarının güvenliği için Osmanlı Devleti’nin stratejik noktalarını birer birer koparıyordu. Abdülhamit döneminde İngiltere, Fransa ve Rusya gibi sömürge imparatorlukları bir kısım müslüman halklarını da içeriyordu. Değişik kültürden oluşan bu halklar, sömürge idarelerinin zayıf noktalarını oluşturuyordu. II. Abdülhamit bu zaaflardan kendisinin halife kimliğini öne çıkaran politikalarla yararlanmaya çalışılmıştır. Otuz üç yıllık saltanatı boyunca bu politikayı epeyce ustalıkla kullanmıştır.



3 yorum:

Unknown dedi ki...

Nedense Biz baska ülke topraklarini aldigimizda ZAFER diyoruz,Baskalari bizden aldiginda nicin Erkekce yenildik ve gelip naldilar diyemiyoruz. ?. Biz baska ülkelere cicek toplamayami gidip Sandiklarla Kiymetli Taslar ve Madenlerle kumas/baharat-Ipeklerle dönüp yolumuzu buluyorduk ? Yani bu SÖMÜRMEK olmuyordu demek ki :)
BIRAZ GERCEKCI OLUN LÜTFEN:Nalinci keseri gibi hep bana rabbena demeyin...:(

Osmanlı bekçileri dedi ki...

Mal!!!Osmanlının tek bir hedefi vardı o da Allahin dini olan islami çakıl taşına dahi yazmaktı,senin gibi mal kafalar bunu anlamadiklari için boş boş konuşuyorlar!!!

Unknown dedi ki...

Cihad Allah c.c nin emridir.osmanlı katliam yapmadı.lakin avrupa da bir çok ülke yaptı