13 Mart 2008 Perşembe

Orta Doğuda Osmanlı Mirası ve Ulusculuk

"Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk",

Kemal Karpat, uzun yıllar Amerika’daki çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapmış ve tarih, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi gibi alanlarda bilimsel çalışmalar gerçekleştirmiş bir bilim adamıdır. Karpat’ın son eseri olan “Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk”, özellikle Amerika’da ve Avrupa’da gerçekleşrieilen Ortadoğu araştırmalarının arkaplanı ve Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel boyutunu bütün yönleriyle ortaya koyan önemli bir çalışmadır. Kitaptaki makalelerin birçoğu daha önce çeşitli dergilerde yayınlanmış veya sempozyumlarda bildiri olarak sunulmuştur.

Yazar, eserinin giriş bölümünde “gelişmekte olan ülkelerde, özellikle Ortadoğu çalışmalarında sosyal bilimler ve tarihin kullanılması” üzerinde durmaktadır. Osmanlı tarih yazıcılığının nitelikleri üzerinde duran Karpat, Osmanlılar’ın “toplumsal olayları maddi koşullarla ve insani nedenlerle ilişkilendirmeyi amaçlayan” ve böylece “toplumsal çöküşün köklerini anlamaya çalışan” (s.15) bir edebiyat geliştirdiklerini belirtir. Batılı araştırmacıların ve ilk oryantalistlerin geliştirdikleri dilbilimsel, dinsel yaklaşımların ardında “genellikle islâm’ı lekelemek niyetinin” yattığını söyleyen yazar, Avrupalı tarihçilerin “Ortadoğu’ya yabancı olan milliyetçi-etnik tarih kavramını ortaya koyma” (s.20) suretiyle yerli ve taklitçi bir milliyetçi tarih yazıcılığının doğmasını da sağladıklarını ifade eder. Ancak bu “kötü taklit”, burada bitmez. Bilhassa Batı üniversitelerinde eğitim gören Ortadoğulu aydınlar, kendi kültürleri ve halklarını asla ilgilendirmeyen kuramları “boş yere” uygulamaya çalışmışlar ve “hocaları tarafından geliştirilen analitik modelleri gelişigüzel bir şekilde taklit etmişlerdir. Bu aydınlar, pek çok durumda, kuramsal değer, uygunluk ve pratik kullanım açısından kendi toplumlarına bütünüyle yabancı kalan konu ve sorunlarla uğraşmışlardır”(s.21). Buna bağlı olarak, özellikle Amerika’da üçüncü dünya ülkeleriyle ilgili yapılan çalışmalarda, “üçüncü dünya toplumlarının gelişmelerini Amerikan görüş ve çıkarlarına uygun biçimde etkilemek üzere entelektüel araçlar sağlama” (s.25) amacı güdülmektedir.

Karpat’ın eserinde, günümüzde üzerinde önemle durulan medeniyetler çatışmasının, uzun yıllar ve bilimsel bir program çerçevesinde yürütüldüğü de belirtilmektedir. Amerika’da yürütülen “Ortadoğu çalışmalarının, İslâm’ı yenmek ve ortadan kaldırmak için özel olarak İslâm’ı incelemek amacıyla başlatıldığı”nı(s.27) söyleyen yazar, Birleşik Devletler’de Ortadoğu üzerinde yapılan çalışmaların büyük oranda sosyal bilimler alanını kapsamasını anlamlı bulmakta ve bu yöndeki çalışmaların, “dilbilim, dinsel araştırmalar, toplumsal konum, toplumsal değerler” konularında toplandığına dikkat çekmektedir.

İkinci makalesini “ABD’de Arap ve Türk Araştırmaları”na ayıran Karpat, buradaki Doğu çalışmalarının genelde tarih ile ilahiyat ve felsefe olmak üzere iki ana doğrultuda geliştiğini ifade etmektedir. Yazarın da belirttiği gibi, Amerika’da yapılan Ortadoğu çalışmalarında 1860 yılından itibaren başlayan ve gittikçe hızlanan müslüman göçlerinin etkisi büyüktür. Bu göçler, özellikle 1906-1914 döneminde en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Karpat, bu dönemde yaklaşık 300. 000 Osmanlı uyruğunun New York, Boston, Detroit, Chicago ve diğer kentlere yerleştiğini belirtmektedir. Özellikle Hristiyan olan bu göçmenler, misyoner faaliyetlerinin Osmanlı coğrafyasında yoğunlaşmasını ve dikkatlerin bu coğrafyaya çevirilmesi sonucunu da doğurmuştur. Böylece Osmanlı devletine büyük oranda misyoner akını başlamıştır. “1893 tarihine gelindiğinde toplam olarak 223 Amerikan misyoneri ve 1094 yerli hristiyan, Osmanlı devletinde, iç bölgelerdeki ulaşılması zor 15 kentte bulunan Hıristiyanlar arasında din değiştirme faaliyetlerini yürütüyordu”(s.34). Amerikan misyonerleri bu amaçla Suriye’de ve Anadolu’nun doğusunda birçok okul ve hastane açmışlardır. Bu kurumlarda, bölgedeki hristiyanların (özellikle Ermenilerin) desteklenmesi ve seçkin bir yerli yönetici sınıfın yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Nitekim Suriye Protestan Koleji, “Hıristiyan Araplar arasında iyi eğitimli bir seçkin kitlesini”(36) ortaya çıkarmıştır. Bu yerli yönetici sınıfı, “Arap milliyetçiliği” ilkelerinin oluşturulmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Misyonerler bir taraftan Osmanlı yönetimi aleyhine propaganda faaliyetlerinde bulunurken diğer taraftan da basın yayın yoluyla İslâm’ı kötüleyici görüşler yayarak “hıristiyanları, müslüman zulmü altındaki kurbanlar” olarak göstermişlerdir. Bu faaliyetlerin nihaî amacı, “en başta Türklerin Arap topraklarındaki “yönetimini” sona erdirerek başarılabilecek olan Müslüman ‘zulmünden’ Hıristiyanların ‘kurtuluşu’ydu”(s.37). İslâmın, Arap zekâsının bir ürünü olarak göstermek ve dinin dışlandığı bir yönetim anlayışını ideal yönetim olarak takdim etmek, aydınlar arasında Osmanlı’ya karşı büyük bir muhalefete dönüşmüş ve sonunda Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Ortadoğu siyasi haritasının değişmesine neden olmuştur.

Ancak bu değişim, Arapların beklediği ve ümit ettiği şekilde oldu. “Osmanlı Devleti’nin yıkılışının birleşmiş ve bağımsız bir Arap devletinin kurulması değil, fakat Suriye ve Irak’ta bir dizi Fransız ve İngiliz manda yönetiminin kuruluşu ve Filistin’de büyük bir Yahudi yerleşiminin başlaması geldi. Mısır, tamamen gelişmiş bir İngiliz himayesi altındaydı” (s.39).

Esasen Karpat, Ortadoğu çalışmalarının ilk dönemini Batı’nın sömürü ve işgal siyasetinin bir ön çalışması olarak ortaya koymaktadır. Esasen bu çalışmaların günümüzdeki durumu ise, daha çok siyasî ve ekonomik bağımlılık yaratma sürecine hizmet niteliği taşımaktadır. Birleşik Devletlerde sayıları 124 ve Kanada’da 6 olarak tespit edilen Ortadoğu programlarının, çeşitli kurumlar ve finans kaynakları tarafından yönlendirildiği bilinen bir husustur. Özellikle, “yerel Yahudi gruplarından büyük destek almakta olan İsrail çalışmaları, genellikle Siyonist bir yönelimi benimseme eğilimindedirler”(s.42). Ortadoğu çalışmalarının Türk düşmanı bazı çevrelerin hakimiyetinde olduğunu da belirten Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı etnik ve dinsel mirasının aslında ayrı ayrı uluslar doğurmadığını, aksine bu “ulusal devlet” görünümünün, büyük ölçüde “eski cemaat kimlikleri” tarafından beslendiğini ifade etmektedir.

Eserde, “Ortadoğu’da toplumsal katmanlaşmaya dair bazı tarihsel ve metodolojik düşünceler”(s.79-104), “Ortadoğu’da millet ve milliyet üzerine düşünceler”(s.105-123), “Ortadoğu devrimlerinin değişen doğası”(s.125-140), “Arap-Türk ilişkileri”(s.141-159), “Türk ve Arap-İsrail ilişkileri”(s.161-196), “Kıbrıs üzerinde savaş : Enosis trajedisi” (s.197-223) başlıkları altında, Ortadoğunun sosyo-kültürel yapısı ile yakın siyasî tarihi hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.

Bu değerlendirmelerde, Ortadoğu’daki müslüman toplumun kendine has özelliklerine dikkat çeken yazar, Ortadoğu’da Batı’daki sınıf kavramından farklı bir toplumsal katmanlaşmaya dikkat çeker. O’na göre müslüman dünyada geleneksel dört önemli katmandan bahsedilebilir : “Kılıç ehli, kalem ehli, tüccarlar ve üreticiler”(s.84) Esasen yüzyıllar boyu müslüman toplumda uygulanan bu örgütlenme, mesleğe dayalı bir yapı göstermektedir. Ancak özellikle XVIII. yüzyılın sonundan itibaren yukarıdaki yapının bozulduğu gözlenmektedir. Osmanlı toprak düzeninin bozulması ve bunun sonucu olarak ortaya yeni imtiyazlı sınıfların (âyânlar gibi) çıkması bu yapıyı önemli ölçüde etkilemiştir. Osmanlı teb’ası olan azınlıklara peş peşe verilen haklar ve tanınan imtiyazlar da bu yapının değişmesinde büyük rol oynamıştır. Aslında XVIII. yüzyıldan itibaren aşamalı olarak gerçekleştirilen toprak reformu, müslüman dünya için çok büyük bir değişimdi. Çünkü bu suretle, özel mülkiyet alanı genişlemekte ve devletin toprak üzerindeki hâkimiyet alanı daralmaktaydı.

Bütün bu değişimler, etnik unsurları ve farklı millet sistemini oluşturan Osmanlı Devleti’ni tehdit eder hale geldi. Bunda şüphesiz dış baskılar ve Osmanlı Devleti’ni bölme parçalama faaliyetlerini yürüten devletler etkili olmuştu. Yoksa Osmanlı Devleti, kendi içinde mükemmel bir yapı arz ediyordu. Kemal Karpat, bu yapıyı şöyle tahlil etmektedir : “Osmanlı devleti, belki de yaşam olanağı bulan en mükemmel tek İslamî devletti. Şeriata uygun homo-İslamicus’u yaratmaya uğraşırken, millet sisteminin serbest hükümleriyle de gayrımüslimlerin kendi inanç ve kimliklerini korumalarına olanak sağlamaktaydı. Hükümetin İslâm’a adanmış olmasına rağmen , on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına dek yönetsel bürokrasinin, kendini, hiçbir şekilde herhangi özel bir etnik ya da dinsel grupla -hatta Müslümanlarla bile- tanımlamadığının belirtilmesi gerekmektedir”(s.118). Ancak bu sistem, Avrupalıların zorlamasıyla dayatılan yeni siyasal kimlikle bozulmuştur. Müslüman aydınlar arasında hızla yayılan “tek ulus olma” düşüncesi, halk arasında da olumlu karşılanmıştır. Bu akımın gelişmesi ve devlet tarafından da desteklenmesinde II.Abdülhamid’in payı büyüktür. Esasen II. Abdülhamid’in, bir çok kimse tarafından “panislamist” olarak gösterilmesi yanlıştır. O, tam anlamıyla “İslamî bir milliyetçilik” duygusu yaratmaya çalışmış ve bunun için de İslam unsurunu ön plana çıkarmıştır. Bu yönüyle Karpat, II. Abdülhamid’i bir “ulus kurucusu” olarak tanımlamaktadır.

Karpat, eserinde Türk-Arap ilişkileri üzerinde dururken, her iki kesimin de zaman zaman birbirlerini yanlış anlamaya sebep teşkil edecek tavırlar takındıklarını belirtir. Esasen on dokuzuncu yüzyıl, “ümmet, vatan, devlet, millet” gibi temel kavramlara yeni anlamların yüklendiği bir yüzyıl olmuştur. Birden fazla cephede Avrupalı düşmanlarla savaşan Osmanlı’nın, sık sık bedevi Arapların saldırıları ve yağmalamalarıyla karşılaşması ve savunduğu Arap topraklarında umduğu desteği bulamaması, derin bir “ihânet duygusu”na kapılmasına sebep olmuştur. Özellikle 1916 yılında Türk ordusuna yapılan karşı saldırıda yaralı Türk askerlerinin öldürülmesi, Türk subayları için affedilmez bir ihânet sayılmıştır. Buna rağmen Türk kurtuluş Savaşı ve müslüman Türklerin Batı’ya karşı başarısı, başlangıçta bir Türk-Arap yakınlaşmasını sağlamıştır. Arap dünyasında etnik ve milliyetçilik ideolojisine dayalı “ulusal devletlerin kurulması” ve “Türkiye’de de lâikliğin benimsenmesi” (s.155), ilişkilerin yeniden bozulmasına sebep olmuştur. Karpat’ın tespitlerine göre, günümüzde “Türklerin Araplarla ilişkileri değişkendir”. Ancak bu ilişkilerin geliştirilmesi için de imkânlar müsaittir. “Türkiye, Irak, Suriye ve Ürdün arasında yapılacak ve İran’la Pakistan’a uzanacak bir ittifak, güvenliği arttıracak ve tüm Ortadoğu ile Hint Okyanusu kıyılarına barış getirecektir”(s.159). Bu barış, Türkiye için olduğu kadar, bölgenin diğer ülkeleri için de önemli olacaktır.

Bir diğer husus da bölgede Arap olmayan ve dahası neredeyse bütün Araplarla düşman olan İsrail faktörüdür. Esasen Türk-Arap ilişkilerinin niteliğini belirleyen en önemli etken de Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkileridir. Bilindiği gibi, Türkiye 1949 yılında İsrail’i resmen tanıyan ilk müslüman ülkedir. Ancak Türkiye İsrail-Filistin sorununa, tarihî misyonu ve Osmanlı mirasının getirdiği sorumluluklar çerçevesinde yaklaşmayı resmî bir politika olarak benimsemiştir. Osmanlı Devleti’nin, Filistin’de Yahudilere sadece bireysel yerleşme hakkı tanıması ve Siyonizm’i şiddetle reddetmesinin arka planında, “Siyonizmin bir tür milliyetçilik” (s.168) olması yatmaktadır. Türkiye, bölgedeki tarihî, dinî ve kültürel bağlara sahip ülkelerin tepkilerine rağmen İsrail’i kabul ettiği halde, İsrail, Türk dış politikası için çok önemli olan Kıbrıs konusunda aynı fedakârlığı ve tutarlılığı göstermemiştir. Hatta bazı “Arap ülkeleri Başpiskopos Makarios’un tarafını tutmuşlar ve Nâsır da Kıbrıslı Rumlara, Türklere karşı kullanılan silahları göndermişti”(s.183). Bütün bu hususlar, dış politikanın ekonomik, siyasî ve etnik hususların ekseninde değişken olduğunu da göstermektedir. Bu anlamda Prof. Dr. Kemal H. Karpat, Türkiye’nin çıkarlarının komşularıyla iyi geçinmekte olduğunu ifade etmektedir : “Türkiye kendi ulusal bağımsızlığının siyasal geleneklerine sadık kalarak Ortadoğu politikasında bir rol oynayacaksa; bölgedeki ve genel olarak Üçüncü dünyadaki çıkarlarını harekete geçirecekse, Arap devletlerine karşı daha dostça bir siyaseti benimsemek zorunda olduğu apaçık ortadadır. Olayların ve tarihin mantığı, Türkiye’nin kaprisli denizaşırı müttefiklere dayanmak yerine, kendi yakın bölgesinde dostlar ve güvenlik aramasını önermektedir”(s. 196).

Bu aydınlatıcı tahliller içeren kitabın yazarını ve başarılı bir tercüme gerçekleştiren çevirmeni kutluyorum.

Hiç yorum yok: