17 Mart 2008 Pazartesi

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine Devlet

80. yılını paylaştığımız cumhuriyetin irdelenmesi gereken önemli noktalarından biri bu genç devletin yeni bir doğuşumu temsil ettiği yoksa gerek kültürel ve tarihsel gerekse devlet yapısı ile bir devamlılığımı ihtiva ettiğini belirleyebilmektir. Bu sürekliliğin irdelenmesi konusunda tam anlamıyla kesin hatların çizilmesinin zor olduğu kanısında olmakla birlikte, tam bir ayrımında konulamayacağını düşünmekteyim. Özellikle cumhuriyeti kuran kadroların Osmanlı İmparatorluğunun eğitim sistemi içinde yoğrulduğunu düşünürsek gerçektende bu tarz kesin bir yaklaşım konulamayacağı su götürmez bir kesinliktedir.

Son zamanlarda gerek iç ve dış politikada gerçekleşen durumlar bizi tekrar geriye dönüp tarihe bakmayı zorunda bırakmakta ki bu konular genelde batılılaşma ekseninde yoğunlaşmaktadır. Bu anlamda bende kendi yaptığım saptamaları bu çerçevede değerlendirmeyi, özellikle Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarını irdeleyerek düşünce bazında benzerlikleri ve kesin ayrılıkları belirlemeye çalışacağım.

Tanzimat Hareketleri, Avrupa ve Modernizasyon

Osmanlı imparatorluğu 17.y.y başlarından itibaren uğradığı devamlı yenilgiler karşısında bati dünyasının üstünlüğünü görmeye başlamıştı. Islahatlar batının üstünlüğü tehlikeli bir noktaya ulaştığında, batıya karşı koyma endişesi ile başlamış ve batıya ancak batinin silahları ile karşı konulabileceği sonucuna varılmıştır. Halbuki batinin askeri yeterliliği, üstünlüğünün nedeni değil bir sonucuydu. Ancak, Osmanlı Devlet Adamları, bu yenilgilerin sebeplerini basit bir şekilde değerlendirecek askeri bakımdan düştükleri gerilikte görmüşlerdir. Batinin yeni metotlar ve bilgilerle ulaştıkları fikri ve siyasi ilerlemelerini bütünü ile görememişlerdir. Bu noktada kurulmaya çalışılmakta olan yeni siyasi düzen Osmanlı Devletinin dış güçlerin etki alanları altına girmesine neden olmaktadır. Günümüzde benzer durumlar Avrupa Birliği çevresinde yaşanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kendini uygar toplumlar seviyesine çıkarma çabasını Tanzimat Fermanı’ndan günümüze devam eden bir süreklilik mevcuttur.

Meşrutiyet Yönetimine Geçiş ve 1909 Anayasası

Meşrutiyet Osmanlı İmparatorluğun mevcut sınırlanın içerisinde varlığını korumasını, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın ortak bir vatan kavramı ile eşit siyasi haklar içinde yaşamasını ve tebaanın Osmanlı Hanedanlığının temsil ettiği devlet yönetimine parlamenter bir sistem çerçevesinde katılmasını sağlamaktır.. Bütün hak ve yetkilerin padişahın elinde bulunmasına karşılık Türk İslam tarihinin ilk anayasası hazırlanıp yürürlüğe konmuş, ülke meseleleri kurulmuş olan ilk genel meclis de tartışılmıştı. Bu anlamda Tanzimat’ın son yıllarında önem kazanmış bu köklü yönetim değişikliğinin gerçekleşmesinde Jön Türklerin çabaları yol gösterici olmakta ve Türk toprakları altında cumhuriyet dönemine geçiş açısından altyapının hazırlanmasında çok önemli bir rol oynamaktaydı. Aslında bu çabaların sadece Jön Türkler veya İttihat ve Terakki Cemiyeti çevresine bağlamak çok yanlış olur kanısındayım ki bu gelişme tohumları daha öncelerden atılmış olan yenilikçi bir neslin başarısı olarak algılamak daha doğru olacaktır.

I. Meşrutiyet devleti özellikle daha sonraki olaylara öncelik etmesi ve yeni fikirleri olgunlaştırması bakımından büyük önem arz etmektedir. Osmanlı Devletinde mutlakiyet yönetiminden meşrutiyet yönetimine geçiş siyasi açıdan büyük bir yenilik ve demokrasi tarihimizin de çok önemli bir aşamasıdır Bu devrin sonucu itibariyle mutlakiyetin kırılmasını mümkün kılarak memleketimize 1909 Anayasasını vermiş ve böylece milletin haklanın daha fazla genişleten ve onları esaslı bir teminata bağlayan yeni bir sistemin yaratılmasını mümkün kılmıştır.

İstibdat döneminin içinde kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti anayasacılık ve hürriyet fikirlerinin gelişmesinde ve bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin fikir altyapısının kurulmasında çok önemli bir yer tutan çok önemli bir cemiyetti. Abdülhamit’in her türlü engelleme girişimlerine karşın 1908'de meşrutiyet yeniden ilan edilir. 1909 31 mart olayı sonunda Abdülhamit tahttan indirilir ve ittihatçılar fiilen iktidarı yönetmeye başlar. Trablusgarp işgali, Balkan savaşı ve 1. Dünya Harbi .. 1915 Ermeni ayaklanması ve tehcir, 1916 Çanakkale destanı ve 1918 mütareke ve işgal yılları fiili ITC idaresi altında geçirilir. Bu dönemde çok önemli isimler ortaya çıkar. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Enver, Talat, Cemal paşalar, Medine müdafii Fahri paşa, Mehmet Akif, Rauf Orbay, Ali Fuat, Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri, Yakup Cemil. İTC önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı, hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem laik, hem milli hem Osmanlı çizgisini savunabiliyorlardı ki bu nokta geçiş dönemi açısından çok önemlidir. İttihatçılık bu yönüyle fikir ve ideolojiyi asıl amaca hizmet ettiği ölçüde ve fanatik olmadan savunabilme kabiliyeti anlamını kazandı.

Bu noktaya kadar toplum yapısı itibariyle Osmanlı’dan günümüze fikirsel gelişim açısından bir süreklilik olduğunu gösteren kanıtlar bulunduğunu söyleyebiliriz. Eğer meşrutiyet topluma gereken özgürlükleri sağlıyorsa neden yeterli olmadı ve Cumhuriyet adı altında yeni bir model benimsendi ve yeni bir devlet kuruldu. Bunun cevabı I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı tezi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ve milli mücadelede silah arkadaşları olan insanların toplum idare yapısı ve devletin özellikleri ile ilgili tezini iyi inceleyerek anlayabiliriz.

Osmanlı Devlet’i Tezi

Osmanlı devletinde anavatan ve ulusal toprak anlayışı yoktur. Bunun yerine bir imparatorluk düşüncesi olan feodal-dinsel imparatorluk düşüncesi vardır. Bu tez anayurt veya anavatan değil, Arap illerini de kapsayan Kutsal Topraklar düşüncesi bulunmaktadır. Mondoros Mütarekesi yıllarında Vahdetinin “Şartlar ne olursa olsun kabul edelim. İngiliz’lerin Şark’ta bize olan dost politikaları değişmemiştir. Daha sonra mürüvvetlerini kazanabiliriz.” sözleri bunu açıkça dile getiriyor. Damat Ferit’in barış planında Arap olmayan ülkeler doğrudan padişaha bağlı olacaktır ve Arap ülkelerinde geniş bir özerklik olacak ama din bakımından halifeye bağlı olmak üzere Osmanlı parası ve bayrağı kullanacaktır şeklinde bu düşünce resmiyet kazanmıştır. Sonuç olarak bu teze göre Osmanlı devleti ulusal değildi ve bir “Osmanlı Birliği” anlayışına yaslanmıştı. Her ne tür ödün olursa olsun imparatorluğun sürdürülmesi politikasına dayanıyor ve imparatorluğun son döneminde yarı İngiliz sömürgesini kabul ediyordu.

Ulusal/Kemalist Tez

Atatürk ve silah arkadaşlarının geliştirip sentezledikleri bir fikir ve sonuçta icraatlar bütünü olup filizleri Anadolu yürüyüşü sırasında olgunlaşmıştır. Amasya, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde oluşan bu düşünce akımı Misak-ı Milli ile özetlenebilir. Misak-ı Milli Osmanlı devleti’nin çoğunluğunun Arap halktan ibaret olan bölgelerinde halkın kaderinin kendilerince tayin edilmesi, bunun dışında kalan Türk halkın çoğunlukla bulunduğu bölgelerin bölünmez bir bütün olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu fikir akımının temelinde “Tam Bağımsızlık” yatmaktadır. Bu yönüyle Osmanlı Devletinin anlayış yapısıyla tamamen zıt bir yapıdaydı çünkü ülke unsurunu ön plana çıkarıyordu ki bu durum Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı sonunda parçalanmasıyla belirginleşmeye başlıyordu. Burada saptanması gereken en önemli nokta şudur ki; ulusal vatan anlayışını getiren bu tezin iç amacı padişah, halife yada varolan haliyle Osmanlı Devletinin kurtarılması değil milletin kurtarılması ve ulusal özgürlüğün sağlanmasıdır. Zaten “Milletin istiklalini milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır” sözü bu düşüncenin kısa bir özetini teşkil etmektedir.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım iki tez birbiriyle tamamen zıt bir durum teşkil etmektedir. Kurtuluş savaşı Ulusal tezin fikirleriyle temel kazanıyor ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Ulusal tez fikirlerinin altında vücut buluyordu. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti yeni bir başlangıç mıdır sorusunun cevabı bu bakış açısı altında kesinlikle evettir çünkü artık Fransız ihtilali sonrasında ortaya çıkmaya başlayan ulusçuluk kavramı hem Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ana nedeni olarak tarih sayfalarında yerini almakta hem de yeni Türkiye Cumhuriyetinin ulusçuluk görüşü altında temellerini kurmaktaydı.

Sonuç olarak Osmanlı imparatorluğunu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni irdelerken şu saptamaları yapmak doğru olacağı kanaatindeyim. Osmanlı İmparatorluğunun 17. yüzyıldan itibaren batı devletlerinin modernizasyon hareketlerine ayak uyduramamasının faturasını batılılaşma hareketleri adı altında bugünde süregelen bir aşama olarak değerlendirirsek gerek Avrupa Birliği ve uyum yasalarının gerekse Islahat Hareketleri ile bağlantısını kurabiliriz. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti fikirsel bazda uygar toplumlar seviyesine ulaşma yolunda Osmanlı imparatorluğunun çizgisini takip ettiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sürecinde bu batılılaşma hareketinin 3. kuşak Jön Türk temsilcileri olan ve başını Mustafa Kemal Atatürk’ün çektiği İttihat ve Terakki Cemiyeti kökenli yenilikçi kesimin etkilerini görmekteyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin bu yenilikçi akımın zaferinin bir tescili olarak değerlendirirsek, fikirsel bazda Osmanlı imparatorluğunun tebaasına kısmi olarak vaat ettiği özgürlüğün Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk toplumunun hak ettiği tam bağımsızlık ve özgürlük biçiminde ortaya çıktığı bir gerçektir. Bununla birlikte toplum yapısında ve devlet yönetiminde aynı geçiş sürecini göremiyoruz. Ulusal Tez çerçevesinde Osmanlı imparatorluğunun yüzyıllarca sürdüre geldiği yönetim sistemi o günkü konjonktürde terk edilmiştir ve yerine ulusal ve milliyetçilik kavramlarının etkin olduğu yeni toplum biçimine geçilmiştir ve temel devlet politikasında uluslar arası düsünce yerini ulusal politikalara bırakmıştır.

Hiç yorum yok: