17 Mart 2008 Pazartesi

OSMANLI-ORDU TEŞKİLATI

Bir toplumun "devlet" haline gelebilmesi, onun varlığına vücuda veren halk ve idarecilerin "bağımsızlık" (istiklâl) kavramını tanımaları ile mümkündür. Bu tanıma, sadece fikir ve düşüncede kalmayıp fiilen tatbik edilmelidir. Bu da belli sınırları koruyacak olan "askerî güç" denilen bir sınıfın mevcudiyeti ile gerçekleşir. Disiplinli ve sistemli hareket eden bir askerî gücün ifade ettiği mâna çok iyi bilindiğinden, tarihte üne kavuşmuş bütün büyük devletler, bu konu ve teşkilât üzerinde hassasiyetle durarak onu muhafazaya çalışmışlardır.

Disiplinli ve devamlı bir ordunun teşkili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulundukları coğrafî ortam ve zamanlarına göre değişik olagelmiştir. Bu sebepledir ki, hayatlarını ziraî ürünlerle kazanan milletler gibi toprağa siki sıkıya bağlı olmayan göçebe Türklerin hayatlarında hayvanlarının büyük rolü vardı. Bu, onların daha disiplinli hareket etmesini sağlıyordu. Keza bu, onların harp disiplin, oyun ve usûllerine alışmalarına da yardımcı oluyordu. Nitekim sonbaharda yapılan büyük sürek avlarının sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatıyordu. Uygurların birçok aile ve boylarının bir araya gelerek yaptıkları bu sürek avları, Göktürklerde olduğu gibi bir çeşit savaş eğitimi idi. Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askerî bilgi ve eğlence bu bahanelerle tatbikat sahasına konuyor, yaşanıyor ve deneniyordu.

Orta asya'lı atlı kavimlerin hayatlarının en önde gelen özelliği, hareket halinde olma idi. Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu. Bu hareket ve canlılığın sonucu olsa gerek ki, İslâm öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayışa göre "kendileri bir kurt, düşmanları da bir koyun sürüsü idi." Türklerdeki bu dinamizm, Müslüman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmiş görünmektedir. Zira onlar, tarihî kültürlerinin bir mirası olarak devam ettire geldikleri bu anlayışı, İslâm’ın "cihâd" ve "sehivlik" motifleri ile birleştirmişlerdi.

Düşmanlarına karsı yanıltma, ani hücum ve sızma gibi taktikleri ile tanınan Türklerin, Müslüman Arap orduları içinde yer almalarından sonradır ki, İslâm orduları geniş bir coğrafî mekânda yayılma imkânını buldular. Miislüman Türk askerlerinin İslâm ordusundaki durumundan bahs eden bir araştırıcı şunları söylemektedir:

"Bazen uygulanan usûl de yürüyüş halinde olan düşman hatlarını tuzağa düşürmek veya hemen girişilen muharebe ile anları, önceden hazırlanmış tuzak bölgelerine çekmek idi. Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizamında hücuma alışmış Arap süvarileri için pek söz konusu değilse de, âni hücum, yanıltıcı çekilme, kanatlara sızma, her taraftan ok yağdırma ve hücumu süratle tekrarlamada mâhir Türkler içindi."

Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askerî güç olarak ifade ettiğimiz devamlı ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çeşitli çarelere bas vurmuştur. Bu medyanda, harplerin sebep olduğu nüfus azalmasını bir dereceye kadar ortadan kaldırmak için galiplerin, mağlup olan toplumların çocuklarından yararlandığı da görülmektedir. Osmanlıların da bas vurduğu bu sistem, onların basarili sonuçlar almalarına sebep olmuştur.

Özellikle kuruluş ve daha sonraki dönemlerde kullanılan sistemler ile ordunun sahip olduğu disiplin, Osmanlı ordusunu basarili bir hale getiriyordu. Batıda bulunan Hıristiyan devletlerce de farkına varılan bu duruma işaret eden bir seyyahın su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahın ifadesini söyle nakleder:

"Osmanlılar, daha önceden Hıristiyan ordularının ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatışma için müsait yerin neresi olduğunu bilirler. Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler. Çavuşları ve casusları, kuvvetleri nasıl ve nereye sevk etmek lazım geldiğini biliyorlardı. Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi. Yüz Hıristiyan askeri, on bin Osmanlıdan daha fazla gürültü yapıyordu. Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüşe başlarlar, adımlarını kat'iyyen yavaşlatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat'iyyen durmazlardı. Hafif teçhizatlı oldukları için Hıristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi."

Pek çok müessesede olduğu gibi, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin teşkilatlarından yararlanmış bulunan Osmanlılar, bu uygulamayı askerî sahada da gösteriyorlardı. Gerçekten, Osmanlı askerî teşkilâtının, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, İlhanlı ve Memlûk askerî teşkilâtlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bununla beraber biz, daha açık bir fikir vermesi bakımından B. Selçuklu askerî teşkilâtından kısaca ve ana hatları ile baha etmek istiyoruz.

Özellikle Alp Arslan ve oğlu Meliksah dönemlerinde devrinin en büyük askerî gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanlığı durumundaki "Divan-i Arizu'l-Ceys" denilen bir teşkilât tarafından idare ediliyordu. Büyük Selçuklu ordusu, çeşitli kavimlerden alınarak hususi saray terbiyesi ile yetiştirilmiş, tören, usûl ve protokolü bilen ve doğrudan doğruya Sultana bağlı bulunan "Gurlaman-i saray", en seçkin komutanların eğitimi altında her an emre hazır bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi. İsimleri "Divan defteri"de yazılı bulunan "Gurlaman-i saray" efradı, yılda dört maaş (bistgâni) alırdı. Devletin esas askerî gücünü teşkil eden, harplere katılan ve düşmana ağır darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maaşlıydı. Ayrıca vezir Nizamülmülk (öl. 485/1092) vâsitasiyle daha küçük parçalara bölünen askerî iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazır kalabalık bir süvari kuvveti (sipahi yan) de vardı. Bu sâyede Selçuklu Devleti, büyük bir askerî kuvvet bulundurma imkânına sahip olmuştu. Buna karşılık Gazveliler ile Büveydîler döneminde askere ikna değil maaş veriliyordu. Sıkışık durum ve zamanlarda, devletin bu maaşları ödeyemediği oluyordu. Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nâm ve hesaplarına topluyorlardı. Halkla aralarında bir menfaat birliği olmadığından askerin faaliyetleri, zaman vilayetlerin haram olmasına kadar varıyordu. Halbuki askerî iknalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçukluları da 100 bin kişilik bir orduya sahip bulunuyorlardı.

OSMANLILARIN İLK ASKERÎ TEŞKİLÂTI

Bizans İmparatorluğu’nun hudutlarında bulunan ve Osman Gaziye bağlı olan Türk aşiretleri atlı idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi şartlarına göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamanında harplere iştirak edip fetih yapanlar bu aşiret kuvvetleri idi. Aşiret kuvvetleri, baslarında serdarları olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay alıyor ve zapt edilen topraklardan yerleşme hakki elde ediyorlardı. Toprağa yerleşen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandıklar) yer karşılığında Osman Gaziye tabi oluyorlardı. Tımarlarının gerektirdiği sayıda atlı askeri de savaşa gönderiyorlardı. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakın çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin şayisini artırdı. Bunlar, Selçuklularda olduğu gibi "Kul" veya "Çöker" adi ile anılıyorlardı. Ulûfeli askerlerin şayisi, beyliğin gücü ile orantılı olarak artıyordu. Bu bakımdan beyliğin sınırları genişledikçe Osman Bey'in kapısındaki kul şayisi da artıyordu.

Osman Bey zamanında, beyliğin kuvvetleri, hizmetleri karşılığı ganimetten hisse alan ve fethe edilen yerlere atlı asker vermek şartıyla yerleşen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in şahsî askerlerinden ibaretti. Çöker veya Kul adini taşıyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayıya ulaşmamışlardı.

Aşiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çoğaldıkça şayi olarak kifayet etmemeye başladılar. Bu bakımdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayışına başlama ihtiyacını duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasıl olduğu zaman Söğüt, Karacaşehir, Eskişehir ve Bilecik dolaylarındaki köylerde oturan ve tarımla uğrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.

Atlı olan aşiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarında fazla tesirli olamıyorlardı. Bundan başka fetihler sonucu arazi genişleyip birçok gayr-i Müslimcin, devletin vatandaşı durumuna gelmesi ve muhasaraların uzaması üzerine aşiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulaşamıyorlardı. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamlı bir askerî birliğe ihtiyaç duyuldu.

YAYA VE MÜSELLEMLER

Osman Bey'in ölümünden kısa bir süre sonra, beyliğin sınırlarının genişlemesi ve kısa bir gelecekte, daha bir genişlemeye namzede olması, Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda bıraktı. Gerçekten de beylik çerçevesinden çıkıp güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Orhan Bey de bu görüşten hareketle önce orduyu ele aldı.

Orhan Bey'in saltanatının ilk yıllarında askerî kuvvetler, Osman Bey zamanından pek farklı değildi. Fetihler arttıkça toprağa yerleşen Türkmenlerin şayisi artmış, buna bağlı olarak tımarlı sipahî şayisi da çoğalmıştı. Kul veya Çöker denilen sınıf, Osman Bey zamanında olduğu gibi yine ulûfe alıyordu.

Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa’nın fethinden sonra ve İznik’in fethinden önce Vezir Alaeddin Pasa ile Bursa Kadısı Çavdarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre devamlı surette savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adi verildi. Alaeddin Paşaya göre askerî sınıfa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi. Bu sebeple, bunların giyecekleri elbise ve baslarında taşıyacakları sarigin renk ve biçimi tespit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.

Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kişi olan bu askerî birliğin efradı. Çandarlı Kara Halil tarafından seçilmişti. Aşıkpaşazâde'nin ifadesine göre birçok kişi "Yaya" yazılmak için Çandarlı Kara Halil'e müracaat etmişti. Savaş zamanında bu gençlere önce birer, daha sonra da ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamanında hassa ordusu sayılan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atlı sancağa bölünerek basına sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sınıfının her on kişisi için bir bas (onbaşı), her yüz kişiye de daha büyük bir bas (yüzbaşı) tayin edilmişti. Müsellem adi verilen atlı birliğin her otuz kişisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyıl ortalarına kadar fiilen silahlı hizmette bulunmuş olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu ocaklarının kurulup gelişmesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Cambazlar ve Tatarların katılmasıyla Osmanlı askerî teşkilâtının geri hizmet sınıfını meydana getirdiler. Bu sınıf, köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamir ve yapımı ile hendek kazımı gibi islerde kullanıldı.

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamanında beyliğin kuvvetleri iki kısımdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen aşiretlerinden sağlanan ve kendilerine hizmetleri karşılığında elde ettikleri ganimetler dışında tımar da verilen atlı kuvvetler, diğeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdiği şahsî askerlerdi. Bunlara Çöker deniyordu ki tamamı hür insanlardan meydana gelmişti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamlı bir askerî birlik kurulmuştu.

Bu bilgilerin ışığı altında konuya bakıldığı zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamanında Osmanlı ordusu, üç gruptan teşekkül ediyordu. Bunlardan biri aşiret kuvvetleri, ikincisi Çöker adi verilen ve sonradan "azan" adini alan şahsî askerler ki bir çeşit hassa orduyu meydana getiriyorlardı. Üçüncüsü de biraz önce kuruluşlarından baha ettiğimiz Yaya ve Müsellem ordusu idi.

Kuruluş döneminden başlamak üzere Osmanlı ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kısımdan ibaretti.

OSMANLI KARA ORDUSU

Ordu-u Hümâyun denilen Osmanlı Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrılmakta idi. Bunlardan biri "Kapıkulu Askerleri" diğeri de "Eyâlet Askerleri" adini taşıyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kısımlara ayrılıp ona göre isimler alıyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip oluşturduklarından ayrıca bunlara "ocak" deniyordu. Ocak'ın en büyük subayına da "Ocak Ağası" adi veriliyordu.

KAPIKULU ASKERLERİ

Kapıkulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diğer bazı devletlerde olduğu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sınıfa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adıyla maaş alırlardı. Burada "kapı" kelimesinin kullanılması ve devletten maaş alan askerlere de "Kapıkulu" askeri denmesinin sebebi, Kapı kelimesinden bizzat devletin anlaşılmasıydı. Zira eskiden beri doğu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarının kapısında görülürdü. Bu tabir, Kapı müdafaasında bulunan askerler için de kullanılmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullanılıyordu. İste bu sebepten dolayı devletten maaş alan askerlere "Kapıkulu askerleri" deniyordu.

Kapıkulu askerleri başlangıçta devlet merkezinde bulunuyorlardı. Fakat ülke genişleyip muhafazası için hudud boylarında kaleler inşa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldılar.

Osmanlı Devleti, Rumeli taraflarında fetihler yapıp genişlemeye başlayınca devamlı bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasıl olmuştu. Bu da savaşlarda esir alınan ve askerî şartlara uygun Hıristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıfın meydana getirilmesiyle karşılanmıştı. İste bu teşkilât, Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmişti. Kapıkulu askerleri iki gruba ayrılmaktadırlar. Bunlar:

1. Kapıkulu Piyadesi

2. Kapıkulu Süvarisi.

KAPIKULU PİYADESİ

Osmanlı Devleti'nin, merkez askerî teşkilât, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askerî teşkilâtının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardı. Kapıkulu piyadesi de kendi arasında ayrı gruplara ayrılmıştı.

ACEMİ OCAĞI

Osmanlı askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teşkil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocağı", Sultan Birinci Murad zamanında Kadı asker Çandarlı Kara Halil ile Karaman'lı Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çıkmıştı. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdiğine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'ın devr-i saltanatında 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nın fethi ile başlamıştır. Devlet adına ve "Pencik" kanununa göre alınan esirler", Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için Gelibolu'da kurulmuş bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasında isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardı. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına alınıyorlardı. Fakat bu esirler, fırsat buldukça kaçıp memleketlerine gittikleri için bu sistem değiştirildi. Savaşlarda esir edilen küçük yastaki Hıristiyan çocukları, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanına verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye başlandı.

Gerçi bu ocağın, Rumeli fatihi Süleyman Pasa zamanında, bizzat kendisi tarafından savaşta esir alınan Hıristiyan çocukları ile başladığı belirtilmekte ise de ocağın gerçek manada müesseseleşmesi, yukarıda belirtilen şekilde olmuştur.

Sözlük manisiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanılmak üzere beste birinin alınması demektir.

İslâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaaz' etmiş olduğu prensiplerinden doğmuş olan "pencik", Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında uygulanmıyordu. Harpler sonunda ele geçen diğer ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düsen esirleri, İslâm hukuku gereğince istedikleri şekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onları satabiliyordu.

Osmanlılarda Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), diğeri de Osmanlı vatandaşı olan Hıristiyan çocuklardandı. Savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili "Pendik Kanunu" tertib edilmişti. Buna göre alınan esir oğlanlara "Pencik Oğlanı" adi verilmişti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafından tespit edilir, bunlardan on ila on yedi yasları arasında olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akça karşılığı satın alınırdı. Böylece Acemi ocağına ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmıştır. Bu sistemin gelişmesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmişti.

Pencik oğlanlarının, Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarına engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman bazı esir çocukların Avrupa'ya kaçtığı görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanına verilmesi ile ilgili kanun hakkında kaynaklarda farklı tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sırpsındığı savası, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafına yapılan ilk akınlarda olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.

Cüzi bir ücretle Türk çiftçisinin yanına verilen Acemi oğlanlarına çok az bir ücretin verilmesi, onların "ben padişah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmaması içindi.

Acemi oğlanlar, ziraat islerinde çalıştırıldıkları gibi kısa zamanda Türkçe ile birlikte İslâm-Türk örf ve âdetlerini de öğreniyorlardı. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocağı"na kayıt ettiriliyorlardı. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karşılığı "Yeniçeri Ocağı"na gönderiliyorlardı. Yıldırım Bâyezid döneminin sonlarına kadar belirtilen şekilde devam eden bu usûl, Ankara Savası’ndan (1402) sonra fetihlerin durması ve iç karışıklıkların bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmuştu. Kapıkulu ocaklarındaki kadro eksikliğini gidermek için başka bir çareye bas vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli'ndeki Hıristiyan tebaadan muayyen bir kanunla ve "Devşirme" ismiyle münasibe sayıda Hıristiyan çocuğu alınmasına karar verildi.

Daha önce de temas edildiği gibi Ankara Savası’ndan sonra Osmanlı fetihleri durmuş, bazı yerler Bizans ve Sırplara terk edilmişlerdi. Gerek Çelebi Mehmet zamanında, gerekse oğlu Sultan İkinci Murad'ın ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapılamadığı için esirlerden istifade edilememişti. Bunun üzerine Osmanlılardan önceki Türk ve İslâm devletlerinde uygulanmamış olan yeni bir usûl ile devletin, Hıristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarından sadece bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması kararlaştırıldı. Böylece Hıristiyan vatandaşların çocuklarından asker devşirmek için bir "Devşirme Kanunu" yürürlüğe konuldu. Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i Müslim olan Rumeli halkı, tedrici surette Müslümanlaştırılacaktı. Müslümanlaştırılan bu insanlarla da Osmanlı ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulaşmış oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çoğaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakımından iki yönden faydalı olan bu Devşirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanın yerine geçmişti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye başlamıştı.

Devşirme kanunu gereği ihtiyaca göre üçbeş senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yaş arasındaki sıhhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oğlanı alınmaya başladı. Bununla beraber 14-18 yas arasındakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandı. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine "Çıkma" veya "Kapıya Çıkma (be dergâh) denirdi.

Devşirme usûlü, kendi dönem ve zamanına göre iyi bir sonuç vermişti. Bu sonuç hem Osmanlılar, hem de çocuğu devsirilen aileler için faydalı olmuştu. Osmanlılar açısından faydalı olmuştu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamlı surette insanları yutan birer makine haline gelmişlerdi. İste bu makinaların zararlarını en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri Müslim vatandaşlarından istifadeyi düşünmüştü. Böylece hem İslâm Türk mefkûresinin daha geniş sahalarda yayılmasını sağlamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azınlığa düşmeyecekti. Devşirme sistemi, çocuğu devşirilenler bakımından da faydalı bir şeydi, çünkü onlar da çocuklarının içinde bulundukları mali sıkıntıdan kurtulacağını biliyorlardı. Muhtemelen çocukları devlet kademelerinde vazife alır ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydalı olacağı bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hıristiyan ailenin, çocuğunu devşirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yarıştıklarını kayd ederler. Hatta sadece Hıristiyan çocuklarının devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halkı Müslüman olan Bosna'dan da devşirilmek suretiyle acemi oğlanı alınırdı. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.

Bilindiği üzere her saha ve konuda olduğu gibi devşirme sisteminde de arzu edilmeyen bazı suiistimallerin olduğu söylenebilir. Buna karşılık devlet, gönderdiği memurlarının kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semen dire Beyi ile Ivraca Kadısına yazılan bir hükümde Acemi oğlanı devşirmeye giden bir memurun hâne (ev) basına onar akça nal parası vesaik kanunsuz paralar alıp 5-10 yasındaki çocukları önce alıp sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarına sattığı bildirilmekle Yayabaşılarından Ferhad gönderilip hakkıyla teftiş olunması ve memurun eşyası arasında bulunan para, kumaş vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmiştir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksızlıkların önüne geçmeyi, adaletsizliği ortadan kaldırmayı istiyordu.

II. Yeniçeri Ocağı

Avrupa'da kurulan devamlı ordudan bir asır önce vücuda getirilmiş olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanın en mükemmel ordusu haline getirilmişti. Bu ordu, teşkilât ve disiplini ile bu sıfatı taşımaya hak kazanmıştı. Osmanlı Devleti'ni kuran ve kısa bir zamanda hudutları Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;

Iran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar götüren hükümdarların en büyük dayanaklarından biri bu ordu olmuştur.

Piyade birliği olan Yeniçeri ocağının, hangi tarihte ihdas edildiği kesin olarak tespit edilememekle birlikte bunun, Murada Hüdavendigâr zamanında yani on dördüncü asrin son yarısı içinde bir ocak halinde kurulduğu söylenebilir. Bazı kaynaklarda bu kurulusun 1365 yılı olduğu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yılında olduğudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmiştir. Hacı Bekas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocağa da Bektaşî ocağı denmiştir.

Bu ocağın kuruluş sebebi, mevcuda askerin azlığına rağmen, fetihlerin çoğalıp sınırların genişlemesi ve eldeki askerin de bu sınırları koruyamaz duruma gelme endişesi idi. Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamlı ve hükümdarın emir komutası altında bir askerî birliğe ihtiyaç vardı. Benzer teşkilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Bu mânada Osmanlıların, Selçuklular ile Memlukluları örnek aldıkları anlaşılmaktadır.

Yeniçeriliğin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alınmıştı. Bunların her yüz kişisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmiştir.

Ocak, XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmet zamanından itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölüğünün de iltihakıyla iki sınıf haline gelmiş. XVI. asır baslarında ise "Ağa" bölüğü denilen üçüncü bir kişim daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe kadar çıkmıştır. Ağa bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamına kadar yükselmiştir.

Yeniçeriler, baslarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildiğine göre yeniçeri taifesine her yıl beser zira' laciverde çuka ve otuz iki akça "yaka akçası" ile her birine basına sarması için altışar zira astar verilmesi hükmü konmuştu.

Her yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi. Her ortanın da komutanı olan ve "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası, ocağın kurulusundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı islerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul’un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azil ve tayini 1593'e kadar doğrudan padişah tarafından gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.

Yeniçeri Ocağı’nın en büyük komutanı olan Yeniçeri Ağası’ndan başka Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zagarcıbası, Turnacıbaşı, Muhzır Ağa ve Bas çavuş ta ocağın büyüklerindendi. Bunlardan başka bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardı.

Yeniçeriler, maaşlarını (ulûfe) üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası da bu ulûfe isine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdişahın nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dağıtılan ulûfenin Şali günü verilmesi kanundu.

XVI. asra kadar devşirmeden toplananlardan başkası katılamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)'in, şehzadesi Mehmet için tertiplenen sünnet düğününe katılan bir sürü cambaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocağa kayda olmaları, ocağın yavaş yavaş bozulmasına sebep olmuştu. Devletin kurulusundan kısa bir müddet sonra teşkil edilen Yeniçeri Ocağı, belirtilen olaydan sonra hariçten insanların ocağa girmesiyle bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü, eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Gerçekten de onların zorbalıklarını ve yaptıkları kötülüklere işaret eden (1826) tarihli bir hüküm İstanbul Kadısına gönderilmiştir. Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ûlu'l-emre itaat ediniz" âyet-i kerimesi muktezasınca kaffe-i mümin ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile memur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmına olan eşkıya makalesi, hilâf-i ser'-i şerif, daire-i itattan huruç ederek fürce bulması cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri's-saltanat-i seciyede her bir şey çığırından çıkmış ve ol makule esrar-i nâşın garazları olan melaneti icra zımnında her bir şeye müdahale dairesine düşmelerinden naşı, Ümmet-i Muhammet’in mal ve canlarından emniyetleri kalmayıp rahatlarına halel gelerek bayağı alış verişlerine varınca fesada varmış..." Bu hükümde de açıkça görüldüğü ve yukarıda belirtildiği gibi Yeniçeri askeri her şeye müdahale eder olmuş. Buna karşılık gerçek vazifesi olan askerliği tamimiyle unutur olmuştu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflıkla uğraşıyorlardı. XVII ve XVIII. asırlarda sık sık ayaklanmışlardı. Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan İkinci Mahmude tarafından lav edilerek ortadan kaldırıldı.

CEBECİ OCAĞI

Kapıkulu askerinin piyade ocaklarından biri de "Cebeci Ocağı"dır. Kelime olarak "cebe" zırh demektir. Osmanlılar, bir nevi ıstılah olarak bu kelimenin mana ve kapsamını genişletmiş görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendiği zaman belli hizmetleri olan bir askerî sınıf akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zırh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçları olan savaş alet ve eşyası yapan veya tedarik eden ocağa "Cebeci Ocağı" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harp levazımatını deve ve katırlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dağıtırdı. Savaş sonunda da bunları tekrar toplardı. Bu arada tamire muhtaç olanları da tamir ederek silah depolarında muhafaza ederdi.

Sefer esnasında ordu komutanları refakatine münasibe bir miktar cebeci verilirdi. Bunların, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olması gerekirdi. Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi. Barış zamanında bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarında ve Tophane civarında bulunan kışlalarında ikamet ederlerdi.

Bu ocağın kuruluş tarihi kesin olarak tespit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocağı ile birlikte veya ondan çok kısa bir müddet sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bu ocağa girecek olanlar, "Pendik" ve "Devşirme Kanunu" devam ettiği müddetçe Acemi oğlanları arasından seçilirdi. Sonraları Yeniçeriler gibi bunların da evlenmelerine müsaade edildiğinden yetişen çocukları da cebeci olurdu. Ocağa alınacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alınır, daha sonra fiilen cebeci olurlardı.

Ocak mevcudu, aralarındaki münasebet dolayısıyla Yeniçeri askerinin azalıp çoğalmasına bağlı olarak artar veya eksilirdi. XVI. asır ortalarında yeniçeriler 12 bin nefer iken bunların sayılan 500 kadardı. XVII. asırda (1675) te cebecilerin sayıları 4180 civarındadır. XVIII. yüzyılda cebecilerin sayısı 2500-5000 arasında değişmekteydi. Yeniçeri Ocağı’nın lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocağı, Asa kir-i Maksure ile yeniden tesis edilmişti.

Diğer Kapıkulu ocakları gibi "orta" denilen ve 38 bölüğe ayrılmış bulunan cebecilerin en büyük komutanı "Cebecibaşı" idi. Ortalar, kendi aralarında silah yapan, silahlan tamir eden, barutları ıslâh eyleyen, harp levazımatını tedarik edip hazırlayan ve humbara yapanlar gibi ayrı ayrı kısımlara ayrılıyorlardı.

TOPÇU OCAĞI

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Efradı, Acemi Ocağı’ndan sağlanırdı. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır. Yıldırım Beyâzid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Nigbolu kuşatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpasazâde tarafından anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti'nin daha başlangıç yıllarında top, ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bununla beraber topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur. Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmet olduğu belirtilmektedir. Bu silahın, askeriyedeki önemi o kadar büyümüş ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermiştir ki, patlatılamayan bir topun patlamasını temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymıştır.

Topçu ocağının top döken kısmi ile top kullanan bölükleri ayrı ayrı idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarında döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarında kalelerin önünde de top imal edildiği görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanındaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da İstanbul kuşatmasında develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüştü.

Osmanlılar, gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak ve devamlı bir şekilde hazırlıklı bulunmak gayesiyle İstanbul’un dışında da top fabrikaları kurmuşlardı. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakın yerlerde idi. Bu yerler:

Belgrat, Semendire sancağının Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da Iran sınırına yakın Kerkük'ün Gülanber kalesi idi. Bu topların mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayrı ayrı yerlerde depolar yaptırılmıştı. Her yıl ne kadar mermi ve gülle döküleceği, Divan tarafından planlanıp Topçubasina bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yıllık ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasında değişiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram ağırlığında idi. Bunlar, "Sahî" denilen topların gülleleri idi. Sahîler, katır sırtında taşınabilen ve yalnız iki topçu eri tarafından kullanılabilen küçük, pratik, ateşi seri ve müessir toplardı. "înce Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanılırdı. Kale muhasaralarında surları yıkmak için kullanılan toplar daha büyüktü. Bu topların gülleleri 70 kg. ağırlığında idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustaları ve yeterince isçi vardı Dökücüler, İstanbul’daki Tophaneden gönderilirlerdi.

Osmanlılar, sadece madenî değil, tas gülle de kullanmışlardı. Bu gülleleri demir olanlardan ayırmak için "Tas gülle" tabirini kullanıyorlardı.

Topçu ocağının en büyük zâbitine (subayına) "Sertopî" veya "Topçubaşı" denirdi. Bundan başka Dökümcü başı, Ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeli subayları ile "Çorbacı" veya "Bölük başı", Dökücü halifeleri" gibi subayları ile Ocak katibi vardı.

Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar ve her sene hesabini verirdi. Tophane levazımı, bunun eli ile tedarik edildiğinden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Topçubaşı, Dökümcübaşı, Tophane nazırı, top dökümcüleri kethüdası, Tophane emini ve Topçu çavuşu Tophane ocağının yüksek rütbeli subaylarındandı.

Topçular, sayıca "Cebeciler"e yakın idiler. XVI. asırda ocağın mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asırda bu şayi 2026'ya kadar yükselmiştir. On yedinci asrin sonlarında muharebelerin devamı yüzünden sayıları 5084'e kadar çıkmıştır.

Oldukça ıslah edilmesine rağmen Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasında Kabakçı Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocağı, isyana iştirak etmişti. Halbuki Sultan Selim, bu ocağın, zamanın şartlarına göre ıslâh edilmesine ehemmiyet vermiş, derece ve itibarlarını artırmıştı. Vak'a-i hayriye esnasında topçular, devlete sadık kalarak Humbaracı ve Lağımcı ocakları ile birlikte "Sancak-i Şerif altına gelmişlerdi. Yeniçeri ocağının ilgasından sonra Topçu ocağı yeni sekle göre tertip edilmişti.

Topçu ocağı ile çok yakından ilgisi bulunan bir ocak daha vardır ki, bu da "Top Arabacıları Ocağı"dır. Osmanlıların ilk dönemlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. asırdan sonra topçuluğun büyük ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük topların dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa götürmeye başladılar. Demek oluyor ki bu ocak, topların daha ziyade tekemmül ederek arabalarla taşınmasından sonra doğmuştur. Arabacı başı adında bir subayın komutasında bulunan bu ocak da çeşitli ortalara ayrılmıştı.

HUMBARACI OCAĞI

Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayıcı maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapılmış bulunan mermi demektir. Humbaracı da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranın el ile atılanı (el bombası) olduğu gibi havan topu ile atılanı da vardır. Ayrıca tas da atılabilirdi.

Daha çok kale kuşatmalarında ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsı kullanılan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate değer basarılar sağlamışlardı. Topçular gibi Kapıkulu ocağına mensuba bulunan humbaracı ortalarının XV-XVI. asırlar arasında ihdas edildiği tahmin edilmektedir. Humbaracı başı adi verilen bir subayın komutasında bulunan bu ocak mensupları, başlangıçta biri topçulara, diğeri cebecilere bağlı olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Bu ocağın esas kısminin Kapıkulu gibi maaşlı değil, tımarlı olduğu bilinmektedir. Nitekim 1126 yılı Safir ayinin sonlarında Humbaracıbaşı tarafından Payitahta gönderilen bir arızadan, Hotin Kalesi muhafazasında bulunan tımarlı humbaracı nefer atinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre humbaracıları topçu, cebeci, ve tımarlı olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.

Bulunması gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracıların müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asırdan sonra olmalıdır. XVIII. yüzyıl baslarında büsbütün ihmale uğrayan humbaracılık mesleğinin, günün şartlan ve Avrupa'daki gelişmesi de göz önüne alınarak yeniden tesisi düşünüldü. Bir müddet Avusturya'da kaldıktan sonra Osmanlı ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransız asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Miri mirân rütbesi ile humbaracı başılığına tayin edildi. Humbaracı ocağı, "fenn-i humbara ve sanayi-i ateşbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafından Avrupa'daki usûl ve sistemlere uygun bir şekilde teşkilatlandırılmaya tabi tutuldu. Ahmet Paşa'nın bu konudaki çabaları sonucunda Bosna'dan 301 nefer alınarak her 100 kişi bir "oda" teşkil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüğe bir yüzbaşı, iki ellibaşı, on onbaşı, tabib, cerrah ve yazıcılar tayin olunduktan ve ulûfeler tespit edildikten sonra teşkilât, humbaracıbaşının emri ve sadrazamın nezareti altına alınıyordu. Siki bir talim ve eğitim ile yetişecek olan humbaracılardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracıbaşı" olarak tayin edileceklerdi.

Fabrika ve kışlaları Üsküdar'da bulunan humbaracıların, devlet askerî teşkilâtı bakımından önemli bir yeri bulundukları anlaşılmaktadır. Yeniçeriliğin ilgası esnasında meydana gelen olaylarda, devletin yanında yer almış olan Humbaracı Ocağı, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara bağlanarak ayrı bir ocak olmaktan çıkmış oldu.

LAĞIMCI OCAĞI

Kuşatma altındaki surlarının altından tünel (lağım) kazmak suretiyle yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan bir ocaktır. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayalı olan bu ocak, XVII. asrin ortalarından itibaren bozulmaya yüz tutmuştu. Biri, Cebecibaşının komutasında maaşlı, diğeri de Lağımcıbaşı denilen komutanın emri altında ve tımarlı olan iki kısma ayrılıyorlardı.

Yer altında yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkan veya lağım açarak berhava eden lağımcılık, Osmanlı ordusunda çok gelişmişti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sınıfı diye adlandırabileceğimiz bu ocak hakkında su ifadeler kullanılmaktadır: "XVIII. asra kadar Türk istihkamcısı, gerek teknik ve gerekse tabya bakımından dünyanın mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sınıfı idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupalı yazarları ve tanınmış generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamcılığının kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm tekniğini ilk defa Fransızlar öğrenmiş ve XIV. Louis devrinde tatbik etmişlerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa orduları tarafından aynen iktibas edilmiştir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamcılığının babası sayılan mühendis general Vauban, ilk defa Türklerden öğrendiği tabya tekniğini, 1673 senesinde Hollanda’nın Maestricht kalesi kuşatmasında kullanmış, basarili olması üzerine ayni asrin sonlarında bu teknik, bütün Avrupa'ya yayılmıştır. Vauban, Türk istihkam tabyasını Kandiye'de öğrenmişti."

Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de ağırlıklarının geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudları tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarında bunların bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmiştir. Bu sayede zaptı kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarının açtıkları tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmişti. Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülü zâde Ahmet Pasa'nın 1078 (1667) senesindeki Kandiye kuşatma ve fethinden baha edilirken lağımcıların burada ne denli hizmet ve yararlılıklar gösterdiğine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlıların lağımcılığı yavaş yavaş gerilemeye başlamıştı. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalışıldı. Bu maksatla ocak, biri lağım bağlamak, diğeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kısma ayrıldı.

KAPIKULU SÜVARİSİ

Osmanlı kapıkulu ordusunu teşkil eden ikinci sınıf askerî güç, Kapıkulu süvarisidir. Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sınıfın da büyük bir hissesi vardır. Osmanlı topraklan genişledikçe tımarlar çoğalıyor, tımarlar çoğaldıkça da tımarlı süvari (sipahi)nine sayısı da artıyordu. Fakat bunlar, kendi tımarlarında ikamet ettiklerinden, başarıları mahdud kılıyordu. Bu bakımdan daha kuruluş yıllarından itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamlı ve maaş alan bir süvari birliğinin bulundurulması ihtiyacı hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murada döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Pasa'nın yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atılmış oluyordu. Önce "Silah" ve "Silahlar" adi ile iki bölük olarak teşkil edilen Kapıkulu süvarisine daha sonra "Sağ Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeci yan-i yemin ve yesâr) ile "Sağ ve Sol Garipler" (Guruba-i yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapıkulu süvari ocağı altı bölüğe yükseltilmiş oldu

Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sağ ve solunda yürürlerdi. Silah sağda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarların solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürüyorlardı.

XVIII. asırdan itibaren şayi ve güçleri giderek zayıflayan Kapıkulu süvarisi de "Vakfa-i Hayriye" diye adlandırılan ve yeniçeriliğin ortadan kalkmasıyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu sıralardaki serkeşlik ve isyanlarına katılmayan bu ocak mensuplarından, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarına müsaade edilmişti.

EYÂLET ASKERLERİ

Osmanlı kara ordusunun ikinci kısmini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelişmesinde ve sınırlarını genişletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlar : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.

YERLIKULU

Yerli Kulu piyadesi, eyalet paşaları ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanları da bunlar tarafından tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî sınıftır. Rikab-i Hümayûndaki askere Kapıkulu dendiği gibi, devlet merkezinin dışında bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maaş alabilen bu askerî sınıfın iaşesi, eyalet veya sancak beyi vasıtasıyla veyahuttu devlet hazinesinden verilirdi. Bu sınıfa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lağımcılar, 5 Müsellemiler olmak üzere beş gruba ayırmak mümkündür.

AZEPLER

Yerlikulu askerinin ilk sınıfını meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardı. Ordunun ön saflarında yer almalarından dolayı düşman taarruzuna en çok onlar maruz kalıyorlardı.

Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanlı askerî teşkilâtında: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmiş bir askerî sınıf için kullanılmaktaydı.

Klasik Osmanlı ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birliğidir. Bununla beraber yine ayni adi taşıyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmet tarafından teşkil olunan kale azepleri de vardır.

SEKBAN VE TÜFEKÇİLER

Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasıl olduğu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkından oldukları için, diğer birlikler gibi sağlam bir askerî eğitime sahip değillerdi. "Salhane"den kurtulmak için zaman Hıristiyanlar bile bu birliğe iştirak edebiliyorlardı. Bunlar, bulundukları bölgenin paşasından başkasını tanımazlardı. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alırlardı. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile sınıflara ayrılırlardı. Sekban bölükbaşısı ve Bayraktar adında subayları vardı. Bunlar, silah olarak kılıç kullanırlardı.

ICÂRELiLER

Hudud boylarında bulunan şehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir sınıftır. Ücretle vazife gördüklerinden dolayı kendilerine bu isim verilmiştir. Komutanları, topçuluğu iyi bilen ve "Topçu ağası" adi verilen bir kimsedir. Topçu ağası, eyalet paşalarının komutasında bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.

LAĞIMCILAR

Yerlikulu askerinin bir bölümünü teşkil eden bu sınıf, hududa yakın bulunan önemli bazı kalelerin aniden muhasara edilmesi düşünülerek kurulmuş bir sınıftır. Ayrıca düşman tarafından kazılacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüştü. Kapıkulu ocaklarından olan Lağımcılarla ayni vazifeyi görmelerine rağmen bunların durumları daha farklı idi. Zira bunlar, barış zamanlarında da bağlı bulundukları kalelerde bulunuyor ve genellikle Hıristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardı. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lağımcı başı" denilen bir subayın komutasızına verilmişlerdi.

MÜSELLEMLER

Osmanlı Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarında ordunun geçeceği yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı. Rumeli'de genellikle Hıristiyan tebeadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.

SERHAD KULU

Osmanlı kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sınıfı olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarına göre ayrı kategorilerde mütalaa edilmiştir. Bu sınıf: Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrılmışlardır.

AKINCILAR

Serhad kulu grubunun en önemli birliğini akıncılar teşkil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.

Serhad denilen hudud boylarında bulunan akıncılar, fevkalade disiplinli bir teşkilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düşman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düşmandan elde edilen esirler vâsıtasıyla öğrendikleri bilgileri değerlendirerek önemli bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Öncü kuvvetler oldukları için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardı. Bundan başka onlar, düşman topraklarındaki araziyi tedkik ederek orduya yol açıyorlardı. Çok seri hareket ettikleri için, düşmanın pusu kurmasına imkan vermiyorlardı. Ayrıca ordunun geçeceği yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sağlıyorlardı. Akıncılar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de öğreniyordu. Bunun içindir ki akıncılar, esas ordudan dört beş gün daha ileride bulunurlardı. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve süratli hareket ettikleri için, düşmana karsı dehşet saçar ve onların maneviyatı üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardı.

Islâma şuurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akıncıların, ordunun basarisi için yaptıkları akınlarda, pekçik esir aldıkları bir gerçektir. Akıncı anlayışına göre savaşmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir.

Hafif süvari birlikleri olduklarından, düşman kale ve ordusu üzerine varmayan akıncılar, ordu için yollan açıyorlardı. Bu yolların birkaç yönden açılması gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir şekilde yıpratılmalı idi. Düşmanın, maddî güç kaynakları yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hırpalanmalı idi. Halka korku salip onların manevî güçlerini kırmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akıncıların açtıkları bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padişah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.

Rumeli'de ayrı ayrı ocaklar halinde bulunan akıncılar, komutanlarının isimleri ile anılırlardı. Osmanlılar'ın ilk fetihleri zamanında Evrenos Bey akıncıları vardı. Daha sonra Mihaloğulları, Turhan ve Malkoç Bey akıncıları meydana çıktı. XVI. asır sonlarına kadar şöhretlerini muhafaza eden akıncılar, Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynamışlardı. Genelde Akıncılar, Rumeli sinir boylarında kullanılmakla birlikte zaman zaman Anadolunun doğusunda da istihdam edilmişlerdir.

Savaşlarda basarili olan akıncılara dirlik tahsis edilince tımarlı akıncılar ortaya çıktı. Böylece akıncılar, tımarlı ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrılmış oldular. XVII. asır baslarından itibaren vergiden muaf olanlar, bazı kadılar tarafından vergi vermeye zorlanmış görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadıların bu neviden davranışlarından vaaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:

"Akıncı taifesinin sakin oldukları yerin kadılarına hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akıncı taifesi sefere estikleri (sene) umumun avanz-i divâniye ve tekâlif-i örf iyeden muaf ve müsellem olmak babında emr-i şerifim vârid olmuş iken, halıya taife-i mezbureye kudat tarafından tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazım geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. İmdi taife-i mezbûre memur oldukları sefere gelip hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmuştur."

Akıncıların silahlan, bir zırhlı göğüslük ve yaka ile mızrak, kalkan ve atlarının eğerine takılı bası topuzlu bir bozdoğandı. Akıncıların tamamı zırh kullanmazdı. Bunların yiyecekleri ve kapları da kendileri gibi hafifti. Atlarının eğerine asili birer küçük kuşhâne ile yemek islerini görürlerdi. Çoğu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastırmasını pişirirlerdi.

XVI. asır sonlarına kadar Batı'da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayısı, zaman ve şartlara bağlı olarak azalıp çoğalıyordu. Nitekim 1530 Budan ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasında 50 binden fazla akıncı vardı.

Eflak Beyi Mihal'in isyanındaki harekâtta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Paşa'nın tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahvolurcasına zayiat veren akıncılar, bundan sonra pek fazla is yapamadılar. Gerçi XVII. yüzyılın ilk yarısı içinde cüzî bir kuvvetle bazı muharebelerde görünmüşlerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulaşamadılar. Bundan sonra akıncıların vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafından görülür olmuştu. Varlığını ismen de olsa uzun süre devam ettiren akıncılık, 1826 yılında resmen ortadan kaldırılmıştı.

DELİLER

Serhan kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teşkil ediyordu. Bunların büyük bir kısmi Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlılar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakınmıyorlardı. Gerçekten bu sınıfa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asır "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayı halk arasında "deli" olarak meşhur olmuştu. İri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birliği, ocaklarını Hz. Ömer'e kadar dayandırırlar. Fevkalade cesaret, atılganlık ve korkunç kıyafetleri ile düşmana dehşet veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sınıf askerî birliğin parolası "yazılan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayış ve suura sahip oldukları için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.

Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akıncıların bütün silahlan vardı. Bunların her ellialtmiş kişisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibaşı" adında bir subayın komutasında idi. Birkaç delibaşının askerleri de "Alaybeyi" veya "Serleşme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayın komutasına havale edilmişlerdi.

XVI. asırlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden başka Bosnak, Sırp ve Hırvat gibi Müslüman olmuş cengaverlerden meydana gelmişti. Bunlar, tamimiyle Rumeli halkından oldukları için orada bulunurlardı.

Baslarında, benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir baslık bulunurdu. Şalvarları kurt veya ayı derisinden olup tüyleri dinarda idi. Bu kıyafetleri ile deliler, düşmana büyük bir korku verirlerdi.

Devlette, zaaf belirtilerinin görüldüğü XVIII. asırdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile bunlar da lagv edildi.

Serhad kulu askerini teşkil eden "Gönüllü" ve "Beşliler" diye iki ayrı birlik daha vardır. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarına göre önemli hizmetler ifa etmişlerdi. Bunlar, hudutlardaki şehir ve kasabaların muhafazasına memur edilmişlerdi. Bu birlikler, ulûfelerini bulundukları yerin maliyesinden alıyorlardı. Atlı ve tüfekli olan gönüllü sınıfı sağ ve sol gönüllüler diye ikiye ayrılıyorlardı. Beşliler de sağ ve sol beşliler diye ayrıldıkları gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sanı", "Besluyan-i salış" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alırlardı.

TIMARLI SİPAHİLER

Osmanlı eyâlet kuvvetlerinin en kalabalık ve önemli sınıfını tımarlı sipahi denilen atlı birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelişmesinde baslıca rolü oynayan topraklı ve tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Osmanlılar, bu sistemi daha da geliştirmişlerdi. Bu sayede Osmanlılar, bir taraftan toprağın islenmesini sağlarken, öbür taraftan devletin atlı ihtiyacını gideriyorlardı. Bu mânâda kendilerine dirlik verilmiş olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasını üzerlerine almışlardı. Kuruluş döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmişti. Böylece devletin asker ihtiyacı, kendilerine tımar vermek suretiyle halk tarafından karşılanıyordu.

Dirlik verilen tımar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebeli" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi. Tımarlı sipahilerin besleyecekleri asker (cebeli) sayısı, tımarın gelirine göre değişiyordu. Sefer esnasında tımar sahibi olan sipahi, cebelileri ile birlikte harbe iştirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere tımarı elinden alınırdı. Meşru bir mazeretinden dolayı gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasıyla yerinde kalıp sefere iştirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdı. Atlı olan bu askerî sınıf, binicilikte ve kılıç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunması bunların sayesinde mümkün oluyordu.

Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teşkil ediliyorlardı. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satın aldığı veya savaşlarda esir etmiş olduğu kimselerden de olabilirdi. Cebel ûnun bütün masrafı "sahib-i arz" da denen tımar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bağlı bulunduğu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.

Tımarlı sipahiler her sancakta bir kişim bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün "Subaşı" denilen çeribaşları ile bayraktar ve çavuşları vardı. Tımarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin komutası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bağlı bulundukları sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutası altında sefere giderlerdi. Tımarlı sipahilerin iyi atları, kılıç, kargı, kalkan ve okları ile baslarında miğfer, üstlerinde de zırh bulunurdu. Savaş esnasında ordunun sağ ve solundaki kanatları teşkil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldırılara karsı merkezi muhafaza ediyorlardı. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin, ikincisine üç bin akçalık tımar bağlanırdı.

Bilindiği gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan dirlik sisteminde sipahî, toprağın gerçek sahibi değildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurduğu araziyi herhangi bir şekilde satamayacağı gibi varislerine miras da bırakamazdı. O, devlet tarafından belli hizmetler karşılığında kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin dışına çıkamaz. Bu bakımdan, vazifesini kötüye kullandığı veya tımarında çalışanlara (reâya) zulme ve teaddi ettiği kesin olarak belirlenen sipahinin toprağı elinden alınırdı. Kendisi ayrıca cezaya da çarptırılırdı. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde tımarı çocuklarına kalırdı. Nitekim daha Osman Gazi zamanında, sipahi, çocukları ve tımarla ilgili bazı kanunların yürürlüğe girdiği bilinmektedir. Asikpasazâde'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin tımarı, oğluna verilecektir. Şayet ölen kimsenin oğlu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandırıyordu. İnsan ruh dünyasının karmaşık isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarına bir şeyler bırakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamıyla maliki olmasa bile öldükten sonra toprağının kendi çocuklarına intikal edeceğini bilen bir sipahi, sefer esnasında cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayrı bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarını koruyacağını biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.

Kanunî Sultan Süleyman’ın son zamanlarına kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan tımarlı sipahi, bilhassa XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bu sınıfın arasına da yabancıların girmesiyle yavaş yavaş bozulmaya yüz tutmuştu. Bunların, disiplinli ve muntazam olmaları, Kapıkulu ocakları ile bir denge sağlıyordu. Tımarların önemlerini kaybetmesi, tımarların muharibe olmayan sınıflara verilmesi ve bazı tımar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarılması, bunların nüfuzlarının azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyılın ortalarından itibaren hizmet bölüklerinin kaldırılması üzerine tımarlı süvariler, adeta yaya, müsellem ve Yörükler gibi top, cephane ve diğer harp levazimatini, nakletmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teşkilat için ikinci bir darbe oldu.

XVII. asır baslarına kadar Anadolu ve Rumeli'deki tımarlı sipahîlerle, bunların kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur oldukları "Cebeli" şayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonraları üçte bire inmişti. Tımarlı sipahi askerinin azalması sonucunda valiler, kapılarında besledikleri derme çatma levend, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalıştılar.

Hiç yorum yok: