17 Mart 2008 Pazartesi

Osmanlılarda Kültür

Kültür Nedir?

Kültür kelimesi aslında Latincede “toprağı işlemek, ziraat” demektir. Sonradan bu tabir, Batı Avrupa’da “yüksek umumi bilgi” manası kazanmış ve Türkçeye de bu anlamda girmiştir. Kültür ta­rihçileri, sosyologlar ve sosyal psikologlar kül­türün ıstılahi (belirli bir sahadaki ilmi) manasını değişik ifadelerle belirtmişlerdir.

C.Wisler, kültür; “Bir halkın yaşama tarzı­dır.” derken, E.Sapir onu; “Atalardan gelen mad­di, manevi değerlerin tamamı” şeklinde tarif etmiş, F.A.Wolf ise; “Bir milletin fertlerinin iştirak ha­linde bulundukları manevi hayat”ın kültür oldu­ğunu ifade etmiştir.

A.Yong, kültürün, “İnsanın tabiatı ve kendisi­ni idare etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser” olduğunu belirtirken, A.K.Kohen, “Umumi olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve atdetler, zevkler kısaca insan tarafından yapılmış ve meydana getirilmiş her şey”in kültür olduğunu ifade etmiştir.

R.Thurnawald, “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve adetlerden, düşüncelerden, ifa­de şekillerinden, kıymet biçimlerinden, tesislerden ve teşkilattan meydana gelmiş ahenkli bir sistemdin” ‘demiş, fakat E.B.Taylor onu; “bilgiyi, imanı, sana­tı, ahlaki, örf ve adetleri, ferdin mensubu olduğu ce­miyetin bir üyesi olması itibariyle kazandığı alış­kanlıkları ve diğer bütün maharetleri içine alan gayet karışık bir bütündür.” şeklinde tarif etmiştir.

Ziya ‘Gökalp ise; “Hars (kültür), yalnız bir milletin dini, ahlaki, hukuki, adli, estetik, lisani, ik­tisadi ve fenni hayatlarının ahenkli bir bütünü­dür.” demiştir.

Kültürün Doğuşu

Kültürün doğuşu, insanın yaratılışı ile eş za­manlıdır. Şüphesiz kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğu üç kıt’ada 600 yıl boyunca gerek kendi uyruğu, gerekse sınır komşusu olarak ticaret yolları, savaşlar, göçler nedeniyle Hı­ristiyan dininin çeşitli mezheplerine mensup toplumlarla ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler kurmuştur. Bununla beraber Sultan II. Mahmud devrimleriyle başlayan zorunlu Batılılaşma dönemine gelinceye kadar hem özde ve hem de ayrıntılarda Batıyla farklılaşma kararında olan bir kültürün temsilcisi olmuştur.

Bir insan grubu, diğer insan grupları ile hiçbir temasta bulunmayıp ilkel bile olsa, yine kendisi­ne mahsus bir dile, basit de olsa bir dünya görüşüne ve estetiğe ulaşabilmektedir. Nitekim on beşinci asırdan beri yeni kıtalar, topraklar ve diğer insan­larla temas halinde olmayan birçok ada keşfedil­di. Buralarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sahib oldukları gö­rüldü. Fakat dış dünyaya kapalı olan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişe­memişlerdir. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir.

Kültür ve Medeniyet

Ekseriya kültür ile yanyana kullanılan, bazan da kültürün eş anlamlısı zannedilen “medeniyet” ke­limesinin tarifi ise şu şekilde yapılmaktadır: Me­deniyet, “milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının bütünüdür.Veya aynı medeniyet dairesine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekunudur. Batı medeniyeti denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan olan toplulukların, sosyal de­ğerleri ile müsbet ilme dayalı teknik anlaşılmak­tadır. Halbuki batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Fen bilimle­rinde benzer bir anlayış içerisinde olmalarına, tek­niği bulma ve kullanmada birbirlerine yakın yollar takib etmelerine ra,~men, bu milletler başka başka diller konuşurlar. Adetleri, gelenekleri, ahlak an­layışları, güzel~sanatları, mahalli müzikleri ve gi­yinişleri bir değildir. Hatta hepsi Hıristiyan inancına sahip bulunmakla beraber, din konusundaki tu­tumları da farklıdır.

İşte bu ayrı ayrı inanış, meyil (eğilim), düşün­ce, kullanış ve davranış tarzları her milletin milli kültür’ unsurlarını ‘teşkil etmektedir.’ Yani kültür­lerden doğan medeniyet karakter yönünden umumi, kültür ise hususidir. Medeniyet bilme ve yapabilme, kültür takınılmış bir tavır olmaktadır. Her topluluk bir kültür sahibi olduğundan, her kültür ayrı bir topluluğu temsil ettiğinden, bir kültürün varlığı, bir milletin mevcudiyetini göstermekte bir toplu­luğun varlığı ise bir kültürün varlığına işaret sayıl­maktadır. Yalnız milli kültürü olan bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, medeniyet doğmaya baş­lar. Bunun açık örneği İslam medeniyetidir.

Kültürü Oluşturan Unsurlar

Bir milletin manevi kültür değerlerinin yekununu din, dil, sanat, edebiyat, örf ve adetler ile, dü­şünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatında önemli bir yer tutarlar. Milletler bu tip kültür değerleri üzerinde hassasiyetle dururlar, bunları mümkün mertebe ze­delemeden ve hatta geliştirerek kendinden sonra­ki nesillere devrederler. Çünkü millilik, orijinallik, tabiilik, canlılık gibi vasıfları olan kültürde müş­tereklik yani sadece yaşayan cemiyetin değil, geç­mişteki ve gelecekteki cemiyetlerin de müşterek malı olma keyfiyeti ile devamlılık özelliği çok önemlidir. Eğer bir kültür toptan terk edilecek olur­sa veya özü bırakılacak olursa o cemiyetten, mil­letten eser kalmaz. Nitekim 10. asra kadar Türk kavmi olan Bulgarların, kültürleri değişince, o ta­rihten itibaren slavlaşmış oldukları buna açık bir misaldir. Kültürde bütün cemiyete şamil olma ve nesilden nesile intikal etme durumu da çok mühimdir. Kültür unsurlarının bozulduğu bir cemiyette çeşitli tehlikeler meydana gelir ve bunlara muka­vemet çok zorlaşır. Kültürün fertler ve cemiyetler üzerin de icra ettiği hizmet hiçbir zaman inkar edi­lemez. ‘Zira kültür milli duyguların gelişmesini sağlayıp ferdi vatansever yapar. Bu yolla milli bü­tünlüğü sağlar. Böy1ece fertleri ve cemiyeti korur. Yine ‘kültür, kişinin insani meziyetlerini takviye edip fazilet ve fedakarlık aşılar. Onu namuslu ve ah­laklı yaptığı gibi şahsiyet sahibi’ kılar. Netice ola­rak fert ve cemiyet büyür ve sükuna kavuşur. Kül­tür aynı zamanda millet fertlerine uyanıklık temin eder ve bu sayede ‘millet muhtelif tehlikelerden korunmuş olur. Şu bir vakıadır ki, kültür unsurla­rının terk edilmesi, ihmali veya yozlaştırılması ce­miyetlerin başlarına sayısız tehlikeler açmaktadır.

Kültür, istiklal isteyen bir yapıya sahiptir. Ce­miyetler, kendi topluluklarında başka bir kültürün boy gösterip gelişmesine izin vermezler ve müca­dele içine girerler. Cemiyet olduğu müddetçe mil­li kültür mücadelesi devam eder.

Bir milletin kendine has iman (inanış) ve ame­lini (yaşayışını) meydana getiren din, asırlardan be­ri kültürün en önde gelen unsuru olmuştur. Aslın­da bu unsurlar bir cemiyetteki bütün ferdi hare­ketleri, örf ve adetleri, sanatı vs.yi tesir altına alır.

Türk kültürünün din ve imandan sonra gelen en mühim unsuru “dili”dir. Dil, gerek fert olarak in­sanları, gerek cemiyet ve millet olarak toplumların ses dünyaları, ifade şekilleri, konuşmaları olup, fertleri birbirine bağlayan ilk sosyal bağlardan ve ortaklıklardan sayılır. Bir milletin dili, onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır ve milli yapıyı meydana getiren sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır;

Bir milletin mazisini, çağlar içinde kendine has yürüyüşünü, hareketini, hayat tarzı ve tavrı teşkil eden tarih, bugünün ve geleceğin ferdlerini de bir­birine bağlayan, onlar arasında kader birliğini tem­sil eden, milletlerin nereden gelip nereye gittiğini gösteren en önemli kültür unsurlarındandır. Millet ferdleri zaferlerle iftihar ve sevinç duyar, hezimet ve yenilgilerle de keder, üzüntü hissederler. O bakım­dan tarih bir milletin sosyal akrabalık bağı sayılır.

Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip pek, az millet gösterilebilir. Bütün tarihi boyunca, Türk kültüründe devlet ve hanedan milli varlığın temel di­reği olarak muhafaza edildi. Türk milleti, sonunda tarihi boyunca kazandığı gücünü ve tecrübesini bir­leştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Tarihi­mizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin mey­dana getirilmesi için yapılmış birer prova mahiye­tindedir. Teşkilatçılık, idarecilik, hakimiyet duygu­su, adalet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedakarlık ve fe­ragat gibi kültürümüzün bütün üstün vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Osmanlılar kendisini, Allah’ın kullarına hizmet etmek ve Allah’ın adını yüceltmek için ku­rulmuş bir devletin temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin takdiri ve mükafatı ancak insanların hakiki sahibinden gelebilirdi. Hükümdar kanun kar­şısında halkının en basit fertleriyle aynı muameleye tabi tutuluyordu. İnsanlar devlet için yaşıyor, devlet için ölüyorlardı. Çünkü onlar dinle devleti aynı şey olarak görüyor, biri yıkılırsa diğerinin de mahvola­cağını biliyorlardı. Ayrıca devlet onların inandıkla­rı kültür kıymetlerini korumakla görevliydi.

Osmanlı’nın diğer toplumlarla kültür ilişkileri

Türklerin fethettikleri ülkeler­de hakimiyet kurarken mevcut kültür konusunda­ki anlayış ve hoşgörüsünü, tarih içinde hiçbir mil­let göstermemiştir. Türkler, diğer milletlerin din, dil, örf ve adetlerine büyük bir müsamaha gös­termişler ve onların yok olmaması için çalışmış­lardır.

Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman “zorlama” yapılmamak kaydıyla kültür akışı daima gayrimüslim azınlık toplumlarına yöneliktir. Nitekim ortak yaşam süresince gayrimüslim azınlıklar Türk isimlerini kullanmış­lar, kadınları Müslümanlar gibi örtünmüşler, çocuklarını devşirme ver­mek için heves etmişler, Osmanlı musikisinde üstadlar çıkarmışlar, yazı sanatında hattatlar yetiştirmişlerdir. Edebiyatları Türk edebiyatının et­kisinde kalarak “Aşık” tarzının mani, koşma, türkü, destan gibi şekilleri­ni ve “bi’l-bedahe” doğaçlama atışmalarını taklit eden halk şairleri yetiş­tirmişlerdir. Kültür terminolojisi ile kısaca söylenirse, hakim toplum azın­lık toplumları üzerinde kendisiyle ortak davranışlar oluşturabil­miş, çeşitli etnik gruplar arasında “ortak bir kültür” kurulmuş demektir. Nitekim Tanzimat Fermanı Gülhane’de okunduktan sonra hahamba­şı’nın Mustafa Reşid Paşa’ya, “Biz Osmanlılar’dan sonra ikinci önemde idik, şimdi bütün gayrimüslimleri Müslümanlarla eşit yaptınız!” diyerek serzenişte bulunduğu rivayet olunur. Azınlıkların tüm davranışlarında hakim Osmanlı kültürüne benzeme isteği her vesileyle açıkça görülmek­tedir.

Diğer taraftan İslam kültürünün ve Batı toplumlarına karşı yüzyıllar­ca aralıksız yürütülmüş savaşların etkisiyle Müslüman toplum Hıristiyan kökenli yabancı kültüre özünde karşıdır. Bu bağlamda ele alınırsa Osman­lı kültürünün bir an önce Batılılaşması Avrupa devletlerinin yararınadır. O halde XIX. yüzyıldan önce başlayan Batılılaşma’nın “zorunlu bir kültür değişmesi”ne dönüşüvermesinde pek fazla şaşırtıcı bir taraf yoktur.

Üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorluğun ordu­suyla, memuruyla, halkıyla girişeceği giyim, kuşam, devrimlerinin, yeme, içme, eğlence gelenek ve alışkanlıklarının batılaşması Batı’ nın (özel­likle giyim, kuşam, tekstil endüstrisi olmak üzere) pek çok iş kolunda ye­ni pazarlar oluşturması gibi dolaylı çıkarları da vardı.

Bizans’ın fethine kadar olan dönem Osmanlı Devleti’nde kendi özgün kültürü imal etmekle geçmiştir. Bu kültür esas itibariyle İslam prensiple­rinin çerçevesi içinde Orta Asya’dan getirilen ve Anadolu’daki yerleşme sı­rasındaki törenler, pazarlar, evlenmeler gibi ilişkilerle edinilen yeni ay­rıntılardan oluşur. Bu bağlamda Osmanlı toplumunun, Anadolu’da Bi­zans imparatorluğu ve Rumeli’ye geçişten sonra Avrupa ortalarına kadar olan sahalarda Batı kültürü karşısındaki genel davranışı, tavrı özgün bir kültür bileşiği olarak anılabilir.

İstanbul’un ve Rumeli’nin fethiyle beraber Avrupa içlerine doğru iler­lenildikçe Lale Devri’ne kadar sürecek bir “Serbest Kültür Değişmeleri” dönemi başlar. Yeni kazanılan ülkelerde bu değişmeler, ayrıntılar dışında hakim Osmanlı kültüründen yerli ahaliye yönelik olmuştur. Viyana boz­gununa kadar olan tarihinde Avrupa’da yenilgi görmemiş, üç kıtada ve de­nizlerde yüzyıllarca rakipsiz kalmış olan, kralları tahtından indirip yerle­rine hükümdarlar koyan İmparatorluğun işgal ettiği yerlerdeki davranışı elbetteki ancak hakimiyet ve üstünlük olabilirdi.

Osmanlı Kültürü ile Batı Kültürünün Karşılaştırılması

İnanç açısından İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki karşıtlıkların sosyal projeksiyonları iki kültürün ana ilkelerdeki zıtlıklarını da doğur­muştur.

Kilise sa­natında antik çağın iki ve üç boyutlu realist resim ve heykel sanatlarını geliştirirken, İslam inancı da biçime bağlı olmayan yazı ve tezyini sanat1arı meydana getirmiştir. Burada bir somut-soyut (müşah­has- mücerret) karşı1aşması vardır. Yine Hıristiyanlığın ebedi günah inancının etkisinde kalmış kilise mimarisinin katedralleri karanlık kasvetli, dar ve derindir. İs1am’ ın camileri ise aydınlık, yüksek geniş tutulmuştur. Burada da her iki kültürün insan anlayışındaki farklılıklar mekan ve ışıklandırma zıtlıkları biçiminde simgesel olarak gö­rülüyor.

Taaddüd-ü zevcat (sınırlı çok eşlilik) ilkesi Osmanlı ve Batı toplumları arasındaki önemli zıtlaşmalardan biridir. Bu ilke beraberinde bazı hukuki ve ah1aki prensipleri de getirmiştir.

Diğer bir sorun olan mübarek günler, Müslümanlar, Yahudiler ve Hı­ristiyanlar için Cuma, Cumartesi ve Pazar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bununla beraber ticaret hayatında “faiz”, ekonomide “israf” konuları iki kültür arasındaki önemli diğer karşıtlıklardandır. Faiz ve israf, önce birbirlerinin etkilerini attırırlar. İslam kültürü içinde yer alan Osmanlı kültüründe ise ne faize ne israfa, ne de sebeb oldukları risk faktörü ve acı­masız rekabete ya da piyango, lotarya gibi haksız kazanç çeşitleriyle ba­ğıntılı diğer kavramlara yer yoktur.

Osmanlı mimarlığında “iç mekan ve dış mekan” ayrımı, ya da bir an­lamda “aile içi dünya ile dış dünya” veya ben-biz ve başkaları” kavramla­rı esastır. Dış dünya ile iç mekanın ayrıldığı yer olan dış kapıda ayakkabı çıka­rılmadan evlere girilmez. Dışa açık pencerelerde içeriden dışarıya ve ter­si yönde bakışlara göre özel düzenlemeler yapılmıştır. Bahçe duvarları yüksek tutulmuş, selamlık bölümleri ayrılmıştır.

Osmanlılar (ve tüm Müslümanlar) suyu vücutlarının üzerinden akıta­rak yıkanırlar. Batılılar ise banyo küvetlerinde, lavabolar ve leğenlerdeki durgun suyun içinde yıkanırlar. Yıkanma kültüründeki bu karşıtlık gerek mesken, gerekse çarşı hamamlarının inşasında farklı mimari oluşturmuştur.

Okuma ve yazma kültüründe Osmanlılar için okumak önceliklidir. Çünkü ilk emir “oku”dur ve Kur’an’ ın okunması mecburiyeti vardır. Çün­kü Kur’an bütün hukuk ve ahlak sisteminin, toplum ilişkilerinin karşı çı­kılamaz ve değiştirilemez tek düzenleyicisidir. Kur’an okumanın yazılı metin üzerinden olması şart değildir. Ezberden de okunabilir. Ancak oku­nan metnin aynen ve hatasız tekrarlanması önemlidir. Bu nedenle bilgili insana “okumuş adam , yani okumasını bilen adam” denir. Yazı ise kanıtla­mak için esastır. Ama yazısı bulunmayan, fakat ezberden okunan bir met­nin geçerliliğinin kanıtlanması, onu aynen tekrarlayan en az iki kişinin bulunmasıyla da mümkündür.

Halbuki Batı kültüründe yazı önceliklidir. Okuma sonra gelir. Bilgili insana “yazı ile iletişim kurabilen, yazı yazabilen” anlamında “lettre”, ca­hile de tam karşıtı olan “illettre, illeterate” derler.

Osmanlı yazısı sağdan sola, yani kağıdın boş ve görünen kısmına doğ­ru kalemi çekerek, el titremeden yazılabildiği halde, Batılılar soldan sağa doğru ve görüşe kapalı bir alana doğru kalemi iterek yazarlar.

Batı’da bir metindeki önemli kelimelerin altı, Osmanlılar‘da ise üstü çizilir. Kitapları Batılılar kitaplık raflarına dikine Osmanlılar yatırarak dizmişler ve böylece sayfaların zamanla kendi ağırlıklarını taşıyamaya­rak buruşmalarını, aralarına toz, rutubet ve zararlıların girmesini önle­mişlerdir. Askeri birlikler Osmanlılar’da sağ, Batıda sol ayakla yürüyüşe başlarlar.

İslam ve Hıristiyanlık arasındaki inanca bağlı olanlar dışında, top­lumların günlük hayatını ve dünya görüşünü etkileyen uyuşmazlıklar kültürler arasındaki serbest değişimi etkilerler.

Batılılar “Güneş” takvimi, Osmanlılar ise “Ay takvimi” kullanırlar. Batı takvimlerinin başlangıcı Hz. İsa’nın veladetini, Müslümanlarınki “Hicret”i esas alır. Batı takvimlerindeki aylar yıl içinde sabit, Osmanlı­lar’da devingendir. Osmanlılar’da her yeni gün güneşin batışı ile Batı’da gece yarısından itibaren başlar.

Osmanlı kültürünün dönemleri

Osmanlılar uzun bir göç yolculuğundan sonra geldikleri yerleşim bölgesinde yerli halk üzerine kendi hakim kültürlerinin damgasını bas­mışlardır. Ancak kültürler de tıpkı canlı organizmalar gibi, değişen şart­lara göre yıpranan bölümlerini yenilerler. Genel bir ilke olarak maddesel kültür değişiklikleri Osmanlı toplumunu zaman içinde kabul etmesi­ne karşılık manevi kültür sahasında aynı şeyi yaptığı söylenemez. Bu du­rumda Osmanlı tarihini kültür aktarmaları açısından ele alırsak serbest ve zorunlu kültür değişimleri dönemleri bulunduğu görülür.

Şematik olarak:

1. “Klasik Dönem”,

2. “Serbest Kültür Değişmeleri Dönemi, (Lale Devri’ne kadarki dö­nem),

3. “Geçiş Dönemi”, (Lale Devri ile 111. Selim Dönemi arası),

4. “Zorunlu Kültür Değişmeleri Dönemi:

a.Sultan II. Mahmud Dönemi,

b. Tanzimat Fermanı Dönemi,

c.Islahat Fermanı Dönemi,

d. 1. Meşrutiyet Dönemi,

e. II. Meşrutiyet Dönemi ve sonrası gibi bölümlemelere ayrılabilir.

Bununla beraber kültür aktarmalarında en önemli etken, temasın sıklığı, uzun ve devamlı olmasından daha çok, Osmanlı toplumunun kül­türünün kendisine verilmek istenen yabancı kültür unsurlarına karşı ta­kındığı tavırlar olmuştur. Zira güdümlü ya da zorunlu değiş­melerde bile yabancı kültür bir bütün olarak empoze edilemeyeceğinden, II. Mahmud ve sonrasındaki devrimci yöneticilerin temel sorunu, kabul ettirilmek istenen unsurları doğru seçememek ve unsurlar arasındaki ilişkileri dikkate alamamak olmuştur. Osmanlı kültürünün yıpranması açısından ithal edilen yeni unsurların en önemli zararları, kendilerinin topluma ters gelen varlıklarından ziyade, işleyen unsurların fonksiyonu­nu engellemiş olmalarıdır.

Osmanlı kültürünün geleneksel unsurları

I-Töre ve törenler:

1289’da Selçuklu Sultanı II. Mesud Osman Bey’e tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve“berat” göndererek Söğüt ile Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi Osmanlı Beyliği’ne verdi. Osman Bey kendisine verilen bu beratı gereken törenle okuttu. Artık bir uç beyliği kurulmuş oluyordu.

Aradan geçen 10 yıl içinde Anadolu’yu yakıp yıkan ve ağır vergiler ko­yan Moğollar’ ın önünden kaçanlarla onlara bağlanmak istemeyen Türk­men boy ve ulusları da beyleriyle beraber Osman Bey’e bağlandılar. Her­kes Oğuz Han töresine göre yapılan bir törenle birer birer Osman Bey’in önünde diz çökerek onun verdiği kımızı içtiler ve sadakat yemini ettiler. Kayı boyu bu yeni katılmalarla iyice büyüdü. 1299 yılında Osman Bey ba­ğımsızlığını ilan ederek fiilen ve hukuken Osmanlı Devleti’ni kurdu.

6 yüzyıl sürecek olan Osmanlı. kültürünün de mayası böylece bir yan­dan Şeriat, diğer yandan örfe uygun biçimdeki bu törenlerle atılmış olu­yordu. Daha sonra Şeriat’ın zarfı içindeki örfe dayanan bu anlayış devle­tin düzenini sağlayacak ve toplumun kültürünü yönlendirecek ve hukuk sisteminin de esasını meydana getirecekti.

Bilindiği gibi “töre” toplumda yerleşmiş örf, adet, ahlak ve davranış biçimlerinin tümüdür. Bu nedenle günümüzde bile hukukun tamamlayıcı kaynaklarındandır. Uygulanmaların vazgeçilmez ve zorunlu olduğu inan­cından doğan töreler toplum düzeninin manevi bir unsuru olmuşlardır.

Törenler ise toplum hayatında önemi olan olayları ve günleri an­mak, kutlamak, bayram tebrikatı, cüluslar, kabuller için yapılan toplan­tılardır. Katılanların ve görevlilerin yerlerini ve yapacakları işleri belirle­yen kesin tören kuralları vardır. Nitekim Türkmen beylerinin Osman Bey’e biat etmeleri sırasında hem töreler, hem de tören kurallarının ge­rektiği gibi uygulandığı anlaşılıyor.

“Biat”, kabul ve tasdik muamelesine verilen addır. “Biat etmek” ise bi­rinin hakimiyetini kabul etmektir. Osmanlılar’da her Padişahın cülusun­da bu maksatla “biat törenleri” yapılması gelenek olmuştur. Törenler dev­letin kudreti ile orantılı biçimde görkemli yapılmıştır.

Gerek Divan-ı hümayün’da ve gerekse Bab-ı asafi’de (Paşakapısı’nda) yapılan törenlerin kesin kuralları vardı. Nitekim Kanüni Sultan Süley­man zamanında saray merasimini, bütün törenlerin kurallarını bilen, yö­neten ve uygulayan “teşrifatçılık” mesleği kurulmuş ve bu makam Os­manlı Devleti’nin yıkılışına kadar önemini korumuştur. Osmanlı Devle­ti’ndeki törenleri asil olanlar, dönüşümlü tekrarlananlar ve zuhuruna bağlı yapılanlar biçiminde sınıflandırmak mümkündür.

1.Asli törenler

a. Cülüs (ya da Biat) Merasimi

b. Hil’at-ı umümi

II. Mu’tad (Periyodik) törenler

a.Mevlid-i Şerif Okunması

b.Hırka-i şerif ziyareti

c.Surre-i hümayun alayı

d.Hacıların dönüş haberinin gelmesi

e.Padişah ve Sadrazamla muayede törenleri (ramazan ayı törenleri)

f.Divan-ı hümayun toplantı törenleri

g.Ulufe dağıtım törenleri

h.Donanmanın sefere çıkış törenleri

III. Gerektiğinde yapılan törenler

a.Donanmanın dönüşü törenleri

b.Hanedan-ı ali Osman’ın cenaze törenleri

c.Elçilerim kabulü törenleri

II. Osmanlı Hukuku

Osmanlı hukuk sisteminin tek yöneticisi ve denetleyicisi Şer’i hukuktur. “Padişahi hukuk” ya da örfi hukuk kamu düzenini ve yönetimi sağlar, ancak hükümleri Şer’i hukukun dışına çıkamaz ve kurallarına karşı ola­maz. Kısaca söylenirse örfi Osmanlı hukuku Şer’i hukukun vesayeti altın­dadır.

Diğer taraftan Şer’i ve örfi hukukların dışında, ama onlara karşı ol­mamak üzere geçerli ve her biri birer küçük sistem olan hukuk düzenleri vardır. Gayrimüslim cemaatlerin kendi dini ve şahsi hukukları, yeni fet­hedilen ülkelerin (geçerliliğine izin verilen) eski hukukları böyledir. Bir ayrıcalık olarak kapitülasyonlar hukuku da örfi hukukun kurallarına ve denetimine tabi olarak oluşmuş özel bir hukuktur.

İlke olarak Padişahın herhangi bir konudaki emirleri, istekleri kanun sayılır. Ancak bu kanunlar eğer ferman biçiminde değillerse, Sadrazamın telhislerine yazılmış bir kelime, bir cümle ya da çok kısa “Hatt-ı şerif”ler den ibarettirler. Çağdaş terminoloji ile “özel yasalar”, “kanun kuvvetinde kararnameler” hükmündedirler.

Ancak genel kanunlar devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre “Divan-ı Hümayun”da tartışmalı olarak hazırlanır, nişancılar tarafından usulüne uygun olarak kaleme alınır. Divan kale­minde son şeklini aldıktan sonra Sadrazam başkanlığında vezirler, kazas­kerler ve diğer divan üyeleri tarafından Padişaha arz edilir. Padişah tara­fından işaretlenen bazı bölümleri üzerinde çalışılıp yeniden arza çıkılır. Son biçimiyle onaylandıktan sonra “mühimme” defterlerine kaydolunup yürürlüğe girer ve bir “ferman, hüküm, buyruldu, kanunname, adaletna­me olarak uygulanmak üzere ait olduğu beylerbeyi, sancakbeyi veya ka­dılara gönderilir.

Bütün Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Osmanlı Devleti’nin belki de yega­ne “hukuk devleti” olduğu noktasında yabancı araştırmacılar bile birleş­mişlerdir. Osmanlı Devleti’nde “Kanun-i Esasi” yalnız dini meseleler için değil, bireysel ve toplumsal insan davranışlarının düzenlenmesinde mut­lak kudret olan “Kur’an”dır. Padişahın bugünkü anlamıyla “özel olarak çı­karılan kanunlar” hükmündekj istekleri, emirleri, fermanları, iradeleri, buyrulduları, hükümleri Şeriate aykırı olamazdı. Genel ve sistematik ka­nunlar ise «Divan-i Hümayun”da Padişahın vekili olan Sadrazam, özellik­le kazaskerler ve diğer divan erkanı tarafından şeriate uygunluğu tartışı­larak hazırlanıyordu.

Osmanlı devlet teşkilatında Şer’i işler “kaza” ve “ifta” olarak ikiye ayrılmıştır. İfta (fetva vermek) Şer’i sorunların çözümlenmesi, “kaza” da uy­gulanması anlamında kullanılmıştır. Şeyhülislam devletin ifta müessese­sinin ve ilmiyye teşkilatının başıdır. Kazanın başı ise ilmiyye ricalinden olan Anadolu ve Rumeli kazaskerleridir.

Kadı’nın yetkisi tayin olduğu kaza içinde geçerlidir. Kadılar doğrudan kazaskerlere bağlıdırlar ve memuriyetleri süresince kazalar arasında do­laşırlar.

Kadıların hukukla ilgili asli görevleri tayin oldukları kazalarda (çağdaş terminolojiyle) hukuk, asliye ve ceza davalarına bakmak, kamu huku­kunu korumaktır.

Önemli bir görevleri de (günümüzdeki anlamında) noterlik hizmetle­ridir. Kefa1et, vekalet, mukavele, borçlanma, vasiyet, senet gibi her tür akitleri kadı (veya naibler) yapar ve bunlar tutanak biçiminde sicil def­terlerine yazılırdı.

Diğer taraftan kadı (ve naiblerin) en önemli görevlerinden biri de bu­lundukları şehir ve kasabaların belediye işlerine bakmaktır. Kadıların bu hizmetleri 1855 yılına kadar sürmüştür.

Narhların tanzimi ve sık sık denetlenmesi, esnafın teftiş edilmesi, ih­tikar ve istifçiliğin önlenmesi, yolların gidip gelenlere açık ve salim tutulması, kaldırımların onarılmaları, “mail-i inhidam” binaların yıktırılması, talebelere zulmeden mubassır ve hocaların takib edilmeleri, hamalların ve yük hayvanlarının fazla yükletilmemeleri gibi beledi hizmetleri “ayak-naibleri, pazarbaşılar ve muhtesibler” aracılığıyla yürütürler, esnaf lonca­larının kethüdalarını esnafın istekleri doğrultusunda ta­yin ve azlederler, lonca teşkilatının sağlıklı yaşamasına çalışırlardı.

Çok sorumluluk gerektiren yükümlülüklerinden biri de sefer sırasında ordunun iaşe, barut ve diğer mühimmatının hazırlatılması, bunlara ait bedellerin, sonradan hesap görülmek üzere mültezimlere ödettirilmesi, ordunun menzil işlerinin düzenlenmesi, seferden kaçanların cezalandırıl­masıdır.

Bütün bu hizmetlerin aksatılmadan yürütülmesi için merkezde oturan kadılar kendilerine bağlı kasabalara naibler tayin etmeğe yetkili idiler

III. Vakıflar

Ortak bilinç ve ortak vicdan her kültür ve hatta her toplum­da farklı olmakla birlikte bütün medeniyetlerde insanlara karşılıksız hiz­met etmek düşüncesine yönelik kuruluşlar, kurumlar vardır.

İslam toplumlarında sistemli “karşılıksız hizmet” “Vakıf’ müessesesi ile sağlanır. İslam hukukuna göre vakıf, “Yararları insanlara ait olmak üzere Al­lah’a adanan ve zaman süresi ile tahdid edilmeksizin temlik ve temellük­ten habs ve men’ edilen mal”dır.

Osmanlı Padişahları başta olmak üzere Sadrazamlar, devlet ricali ve ümera ile diğer varlıklı kişiler vakfetmişlerdir. Çünkü bir Müslümanın “se­vab defteri” devam eden bir hayır bıraktığı takdirde ölümünden sonra da kapanmaz. Vakıf ise nassın koruması altına alınmış “ebedi” bir hayırdır.

Diğer taraftan vakıfların Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önem­li katkıları vardır. Şehir merkezleri genellikle vakıf bir külliyenin çevre­sinde kurulmuşlardır. Vakıflarının adıyla anılan mahalleler ise genellik­le cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında oluşmuştur.

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, fakir kızlara çeyiz temini, zayıf hayvanların otlayıp beslen­meleri için çayırlar gibi akla gelebilen tüm ihtiyaçlarını gidermeyi, sıkın­tılarını hafifletmeyi hedefler. Bu tür sel, yangın, hastalık, fakirlik, vergi borçları gibi zarüretlenin giderilmesi, acizlerin doyurulup giydirilmesi, te­davi edilmeleri, iş yapacaklara sermaye bulunması, borçtan mahkum olanların borçlarının ödenmesi için “avarız vakıfları” olarak bilinen bir vakıf kategorisi vardır. Yalnız İstanbul’daki imaretlerde günde 30.000 ki­şiye parasız yemek veriliyordu.

Vakıfların bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri toplumun psikososyal yapısı üzerinde devletin lehine olumlu etkileri olmuştur. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen he­men yarısı, tımar ve zeamet gelirlerinin ise vakıf gelirlerinin yarısından az olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı yöneti­minin halka yaklaşışının neden “devlet baba” olarak yorumlandığı daha açık anlaşılacaktır.

IV. Eğitim kurumları

A-Herkese açık “düzensiz öğrenim”

a. İlk öğrenim: Aile içinde veya mahalle mekteplerinde okuma, yaz­ma, hıfz ve hüsn-i hat öğretilirdi. Her ikisi de daha üst bir öğrenime baş­lamak için yeterli sayılırdı.

Halk arasında genellikle kargir yapıldıkları için “Taş Mekteb” olarak anılan Sibyan mektebleri, Padişahlar, devlet erkanı ve hayır sahipleri ta­rafından cami, medrese, imaret ve çeşmelerin çevresinde yaptırılmışlar­dır. Hayrat olduklarından fakir çocuklarının yiyecek ve giyeceklerini sağ­lamak için vakıfları da vardır.

Sıbyan mekteplerinde çağdaş pedagojide daha henüz önerilen bazı ye­ni ilkelerin benzerleri yüzyıllarca uygulanmıştır. Şöyle ki; mahalle mek­teplerine başlamak için belirli bir yaş gerekli değildir. Ana ve babalar ken­di çocuklarının yeterli olgunluğa geldiklerine inandıklarında okula başla­tırlardı. Bu da çağımız pedagojisindeki her çocuğun psikolojik ve fizyolo­jik yaşlarının farklı oldukları görüşüyle uyuşmaktadır. Ayrıca senenin herhangi bir ayında okula başlanabilirdi.

Yine çağdaş görüşe göre ilk öğrenimde önemli olan verilen bilgiler de­ğil, bu bilginin öğrenme yeteneğinin çocuklara kazandırılmasıdır. Bunun iki önemli faktörü çocuğun hafıza ve taklit kabiliyetinin geliştirilmesidir. Kur’an’ın kısa sureleri ve dini bilgiler ezberletilerek ve hat örneklerinden kopyalar yaptırılarak çocuğun bu iki yeteneği geliştirilmiştir. Sıbyan mek­teplerinde okuma ve ezberleme melodik diziler biçimine getirilmişti ve ço­cuklar sallanarak hep birlikte bu ritme katılıyorlardı. Bu da çağdaş eği­tim tekniklerine göre düşünülürse müzik ve hareketin yarattığı ritm duygusundan yararlanmaktır.

b. Cami dersleri: Bu dersler Sibyan mektebi tahsilinin bir devamı gi­biydi. Sabah namazından çarşı, pazar ve dairelerin açılacağı zamana ka­dar devam ederdi. Ulemadan bir müderris tarafından ilmihal, risale-i ah­lak, Arapça ve Farsça (sarf, nahiv ve lugat) öğretilirdi.

c. Din öğrenimi: Camilerde müderris, imam ve hatipler din ilmi, tek­ke ve zaviyelerde de şeyhler ve tarikat erbabı ile birlikte tasavvufi bilgi­ler öğretilirdi.

d. Meslek öğrenimi:

1. Sanat öğretimi: Esnaf babadan oğula veya esnaf loncalanında, ge­dikli esnaf arasında, acemi oğlan ve yeniçeri ocaklarında, tersanelerde, tophanelerde ustadan çırağa aktarma yöntemiyle yapılırdı. Hatta bu ne­denle mahalle mektepleri öğleye kadar öğretim yaparlar, öğleden sonra çocuklar babalarının ya da ustalarının yanında sanat öğrenirlerdi. Sana­tı öğrenmiş çıraklar ustası da dahil olmak üzere, o sanatın tanınmış adamları huzurunda sınava sokulur, başaranlara törenle “peştemal” ku­şatılırdı. Hat sanatında başarılı olanlara icazetname verilirdi.

2. Devlet memuru adaylığı (kalem şakirdliği): Okuma-yazma Öğ­renmiş ve adab bilen gençler devlet dairelerinin kalemlerine “şakirdan” kaydolunur, yaşlı mümeyyizlerce kendilerine yabancı dil ve edebiyat öğre­tilirdi. Kalem bir anlamda günümüzdeki devlet dairesi karşılığına gele­bilir. Ama yalnız devlet işlerinin görüldüğü yer olmakla kalmamış, tarih­çi, vak’anüvis, riyaziyyeci, şair, mütefennin, hattat, müzehhib, bestekar, minyatür ressamı gibi Osmanlı kültürünün banilerinin yetiştiği okullar olmuşlardır.

Kaleme yeni girene “şakird, talebe, yamak, çırak” denilir ve yaşlı ve tecrübeli bir “mürebbi katib”in öğretiminde hüsn-i hat (güzel yazı) ve mesleki bilgilerle beraber devrin değerli eserlerini tanıması sağlanır, şiire yatkın ise teşvik ve yardım edilir, edebiyat kuralları gösterilirdi. Şakirde (ya da talebeye) Arapça ve Farsça (son dönemlerde Fransızca da) öğreti­lirdi. Bütün bu çalışmalarda yeterli sayılmadan önce kendisi aylığa geçi­rilmezdi. Böylece şakird kişiliğini bulunca kendisine bir de “mahlas” (tak­ma ad) verilirdi. Devlet adamlarımızın ve divan şairlerimizin çoğunun bi­linen isim ve mahlasları kalemlerde verilenlerdir. “Kalem efendisi” asil devlet memurunun ünvanı idi.

B.Tanzimat öncesinde düzenli öğrenim

Yüksek tahsil veren medreselerde, Saray ve Enderun mektepleninde yapılırdı.“Hazırlık Sarayları” denilen orta dereceli mektepler “Galata Sarayı”, Eski Saray (Bayezid’de), Ibrahim Paşa Sarayı (Sultanahmet’te), İsken­der Çelebi Sarayı (Küçükçekmece’de) ve Edirne Sarayı’dır. Bu kurumla­rın öğrencilerine “içoğlanı” denilirdi. Önceleri yalnız devşirmelerden alı­nırken sonraları Müslüman çocukları da kabul edildiler. İçoğlanları da­ha mektepte memuriyete başlıyorlar, iş, öğrenim ve stajı birlikte yürü­tüyorlardı.

Hazırlık saraylarındaki eğitim ve öğrenimde başarılı olanlar “çıkma” denilen yöntemle ihtiyaca göre devlet adamı veya sanatkar yetiştirmek için eğitim ve öğrenim görmek, hem de çeşitli hizmetlerde bulunmak üze­re Enderun mektebine “gılaman-ı Enderun” veya “içoğlanı” olarak alınır­lardı.

Gerek Sıbyan mekteblerinde, gerekse kalemlerde ve gerekse medrese­ler ve Enderun mektebinde genç öğrencilerin eğitim ve öğrenimi yaşlı ve tecrübeli kişilerin ellerine bırakılmıştı. Tanzimat sonrasında öğrenim Ba­tı modeline uygun olarak “ibtidai, Rüşdiyye, idadi, Mekteb-i ali ve Darul­-fünün” dizini içinde yapılmıştır.

V.Halk Sağlığı

Osmanlılar’da hastahane olarak hizmet eden kurumlar darü’ş-şifa, bi­marhane, darü’t-tıb gibi isimlerle anılmışlardır. Bunların en önemli iki özelliği vakıf kuruluşları olmaları ve hastahane hizmetleriyle birlikte bu­ralarda usta-çırak eğitimiyle tabib yetiştirilmesiydi.

Vakıf olmaları, Osmanlı toplumunda sağlık hizmetlerinin parasız ya­pıldığı anlamını da beraberinde getirir. Günümüzdeki “parasız” kavramı dışında hastaların evlerine dönüş paraları da kendilerine verilirdi. Bu nedenle darüşşifalar hastaların ve tabiblerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılaya­cak mimari bir kompleks biçiminde yapılırdı. Külliye denilen bu manzu­me içinde cami, medrese, imaret, hamam ve misafirhane bulunurdu. Böy­lece hastaların yedirilmesi, giriş ve çıkışlarında misafir edilmeleri, dini ihtiyaçları ve asistan doktorların barınacakları ve ders görecekleri mahal­ler temin edilmiş olmaktaydı.

Mesela Fatih külliyyesinde cami, imaret, bimarhane, darüşşifa, 16 adet medrese, misafirhane, imarethane, sıbyan mektebi, hamam ve mu­vakkithaneler vardır.

Bu medreselerin her birinde bir mescid, bir dershane (darülhadis) ve 19 oda vardı. Bunların 15 adedi her birinde 2 kişi kalmak üzere talebe, 2 adedi muid (asistan), diğer 2’si de hizmetliler içindir.

Haftada 4 gün tıb öğrenimi yapılmakta ve müderrislere 50, muridlere 5 ve talebeye 2 akçe yevmiye verilmektedir.

“Yabancı seyyahların notlarına göre XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’da herbiri 150 ila 300 hasta alabilen 119 hastahane bulunmaktaydı.

Diğer taraftan akıl ve ruh hastaları için müzikle tedavi yapılan bimar­haneler, cüzzam gibi o dönemlerdeki çaresiz bir hastalık için de cüzzam­haneler açılmıştır.

Medrese mimarisinde olduğu gibi, hastalara kapı ve pencereleri iç bahçeye açılan ocaklı odalar verilmektedir. Evli, bekar ve kadın hastalar ayrılmışlardır. Mescidi, hamamı ve çamaşırhanesi vardır. İmam ve diğer görevlilerin maaşları, hastaların giydirilip doyurulmaları kadı tarafından tayin olunan mütevelli vasıtasıyla vakıf gelirlerinden sağlanmaktadır.

Parasız tedavi yapılan hastahanelerde hem hekimler, hem de hastalar arasında müslim, gayrimüslim ayırımı yapılmıyordu. Ancak, yalnız kadın­ları kabul eden hastahaneler vardı.

Diğer taraftan serbest hekimler eczacılık da yaparlardı. Bunların mu­ayenehanelerine “tıbbi dükkan” denilirdi. Cerrah ve kehhallerin (göz he­kimleri) de dükkanları vardı. Bu dükkanlarda tedavi ve ilaç bileşimleri hakkında yazma tıb kitapları, ilaç yapımında kullanılan maddeler ve tıb­bi aletler bulunmaktadır.

Bir hekim dükkan açma izni almak için önce “hekimbaşı”ya başvurur­du. Hekimbaşı hekimin yetkili olup olmadığını inceledikten sonra bunla­ra bir senetle resmi ruhsat verilirdi.

VI. Şehirler

Osmanlı şehirlerinin etrafında, çevresinde genellikle bağlar, bostanlar, bahçeler bulunurdu.

Osmanlı yol sistemi Rumeli ve Anadolu’da çağdaş kavramıyla devlet yolu, hatta enternasyonal şebekeye bağlı yol anlamında Sağ, Orta ve Sol Kol olmak üzere askeri üçer ana kol ve buna bağlı ticari maksatla tali yol­lardan oluşmuştur. Bu yolların bir bölümü limanlarla sonuçlanan deniz taşımacılığı sistemine bağlanırlar. Gerek yollar ve menziller üzerinde ve gerekse limanlarda şehirler ve kasabalar dizilmiştir.

Diğer taraftan üretim türleri farklı olan dağ ve ova köyleri ve bölgede­ki kasabalar arasında çeşitli mübadelenin (değişimin) yapıldığı pazar yer­leri şehirlerdir.

Çevreyle ilişkileri ve yol üzerindeki durumlarına göre hanlar, kervan­saraylar gibi çeşitli konaklama tesisleri yapılmıştır.

İslam ve Osmanlı kültüründe kudret ve ihtişam ancak beka sahibi olan Allah’a mahsustur. Beka kavramı ise dünya malları içinde yalnızca vakfedilen mallara izafe edilebilir. Çünki “vakfedenin şartları, Kur’an’ın ayetleri gibidir”, yani baki kalacaktır. Bu nedenle yalnız vakıfların cami, medrese, darüşşifa, medrese, ha­mam, kervansaray, han, sebil, çeşme gibi hayrat yapılan taş olarak yapı­lır ve kalıcı özelliklere sahiptir. Bunlar dışında kalan yapılar insani boyutlanın samimiyeti içinde fa­nilikleri kabullenmişlerdir.

Osmanlı Padişahının yüzyıllarca içinde oturduğu Topkapı Sarayı bile gerekli görülen küçük ek yapılaşmalarla bugünkü şeklini almıştır.

Ancak Tanzimat sonrasında şehirlerin görünümü değişmeye başla­mış, Padişah sarayları devletin kudretini gösterme, zenginlerin köşk ve konakları ise birbirleriyle daha görkemli olma yarışına girmişlerdir.

VII. Şehir hayatı

a.Mahalle ortamı

Mahalle tabirini önce Araplar “konaklanan yer” anlamında kullanmışlardır. Türklere deyim ve teşkilat olarak Araplardan geçmiştir. Ancak Os­manlı kültüründe birey için “mahalle”, ailesinden sonra gelen ilk toplu­luktur. Mahalle sakinleri arasında hemşehrilikten daha kuvvetli, adeta akrabalık derecesinde dayanışma vardı.Herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterirdi. Bu nedenle yapıların manzara cepheleri birbirlerinin gö­rünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı.

Mahalle içinde en önemli kurum “avarız vakfı ve avarız sandığı”dır. Avarız sandıklarının sermayesi bir hayır sahibi tarafından ya da esnaf ve mahalleli arasında para toplanarak kurulan ve mahalle halkının bağışla­rı ve adaklarıyla yaşayan avarız vakfı”dır. Hastalık dolayısıyla acze dü­şenlere, fakir cenazelerinin kaldırılması, cami, mescid, taş mektep ve kal­dırımların bakım ve tamiri, imam, müezzin ve muallim ücretleri ve diğer avarız vergileri bu vakfın gelirleriyle karşılanırdı. Vakfın yöneticisi mahallenin ileri gelenleri arasından seçilir, kadı siciline kayıt edildikten son­ra padişahın beratı ile görevine resmen başlardı.

Her mahallenin bir kabadayısı vardı. Bunlar ağırbaşlı, kötülükten ka­çınan, mahallenin kadınlarını, kızlarını külhanbeyi, bıçkın ve çapkınların takılmalarından koruyan, genç erkek çocuklarının kahve, meyhane, ku­marhane gibi yerlere gitmesini önleyen, tulumba takımlarında reis veya ağalık yapan kişilerdi. Mahallenin varlıklı ve önde gelen kişileri kabada­yılar korur, kollardı.

Ancak Tanzimat’tan sonra Batılılaşma hareketinin, sanayileşme ve ti­caretin gelişmesi, kapalı ev ekonomisinin önemini yitirmesi, üretim im­kanlarının ev dışına çıkmasıyla aile biçiminin değişmesi, yeni eğlence bi­çimlerinin ortaya çıkması gibi çeşitli ekonomik, kültürel ve toplumsal fak­törler mahalle sakinlerini dışarı yönelterek mahalle içinde kurulmuş olan birliği bozmuş, komşuluk ilişkilerini zayıflatmıştır.

b.Ev hayatı

Evler çoğunlukla iki katlıdır. Genellikle aynı çatı altında haremlik ve selamlık olarak bölünmüşlerdir. Her iki kısmın arasında bazı küçük eşya­yı dönerek diğer tarafa ulaştıran bir “dolab” bulunur. Eğer ayrı binalar varsa ikisi aralarındaki bir koridorla binleşir. Haremlik kısmında “büyük hanım”ın (kayınvalide, büyük anne) odası baş odadır.

İkametgahlar sahiplerinin varlığına göre çeşitli büyüklükte olurlar. Zengin evlerine “konak, köşk, yalı” denilirdi. Bunların ayrı kubbeli, ze­minden ısıtmalı çarşı hamamı gibi hamamları vardır. Hizmetçi, uşaklar, ayvaz ve aşcı için ayrılmış odalar bulunurdu. Yemek kokulanı ve çeşitli gü­rültüler duyulmaması için mutfaklar bahçede yapılmışlardır.

Orta sınıf halkın ev hayatında ise mutfağın önemi büyüktür. Çünkü Osmanlı düzeninde kadının otorite olduğu ve ömrünün önemli bölümü­nün geçtiği yerdir. Başka bir deyişle erkek evin ihtiyaçlarını sağlar. Bu mücadelesi sırasında toplumun kültürünün oluşmasına, yenilenmesine kendi ölçüsün de katkıda bulunur. Kadın ise bu ihtiyaç maddelerini, kulla­nılabilecek ve kilerde saklanabilecek duruma getirin. Türk mutfağının çe­şitli yemeklerini, tatlılarını hazırlar. Bunu yaparken de kendi birikimini yada kültür değerlerini yeni yetişen yavrularına aktarır. Kadınla erkek arasında bir iş bölümü yapılmıştır. Erkek yalnız kadının isteyeceği mal­zemeyi temin etmeyi düşünür ve gerisine karışmaz.

Yemek evin ve ailenin durumuna göre odada, sofada veya mutfakta yenir. Cevizden sofra iskemlesi üzerine “meydan sinisi” denilen büyük ba­kır sini, onun da üstüne işlemeli beyaz “sini örtüsü” örtülür. Ortaya ye­mek kaplarını koymak için bir nihale yerleştirilir. Önce parlatılmış sarı leğen ve ibrikle eller mis sabunuyla yıkanırdı. Sofraya büyükler oturduk­tan sonra oturulur, yemeğe önce onlar başlardı. Ekmek lokması ya da ta­baklarda artık bırakılmazdı. Yemekten sonra eller yine ibrik ve leğen kul­lanılarak sabunla yıkanırdı.

Yatma vakti gelince yüklüklerden çıkarılan döşek, yastık ve yorgan­larla yapılan yer yataklarında yatılır, ertesi sabah bu malzeme tekrar ye­rine konulurdu. Böylece Osmanlı mimarisinin fonksiyon şemasında ye­mek ve yatma mekanları değişken bir kavram oluşturur ve serbest alan oranı büyür. Osmanlı kadınının bir sorumluluğu da kız evladı doğan doğmaz çeyiz hazırlıklarına başlamasıdır. Bir kızın çeyizi ne kadar fazla olursa o kadar şereflenirlerdi.

Klasik kültürümüzde büyük ailenin bayram, kutsal günler, nişan, kına gecesi, çeyiz alayı, düğün gibi genel görüşme sebepleri vardır. Ayrıca özellikle akşam yemekleri ailenin bir mekanda toplanma nedenidir.

c. Gündelik hayat

Osmanlı ülkesinde (bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi) gün sabah ezanıyla başlar, akşam ezanıyla biter. Esnaf için çalışma saatleri tahdidi yoktur. Dükkan ve atölyelerde gün ışığı esas alınmıştır. Böylece yılın de­ğişik zamanlarında günlük çalışma süreleri değişiktir. Öğle ve ikindi ezanları da hem zamanın tayini ve hem de camiye veya en yakın mescide gidiş, geliş ve cemaatle görüşme nedeniyle doğal bir dinlenme arası ol­maktadır. Mücevveze, selimi, kallavi, perişani, abadi, katibi, azami, nu’mani vb. isimleniyle bilinen çeşitli başlıklar kullanılmaktadır. Ayakla­ra pabuç, çedik, (kadınlara) başmak, çizme, mest, lapçin, tenlik giyilirdi. Çeşitli renkleri vardı. En çok sarı ve siyah renkler kullanılırdı. Resmi pa­buçlar kırmızı ve sarı idi. Sofiye sarı mest pabuç giyerdi. Yeniçeri zabitle­ri sarı, neferleri kırmızı pabuç giyerlerdi. Gayrimüslimler kırmızı, menek­şe rengi ve siyah giyebilirlerdi. Tanzimat’tan sonra fotin kundura giyildi.

Evin dışında yenen yemekler cins ve miktar olarak sınırlıydı. Genel­likle evde ailesiyle birlikte yenen yemeklere önem verilirdi. Öğle yemek­leri ya evden “sefer tasları” ile getirilir, ya da dışarda başcı, işkembeci, muhallebici, belirli türde ızgaralar yapan köfteci, kebapçı dükkanlarında taam, yahut çörek, gevrek, simit, kurabiye yapan fırınlardan, helva, bak­lava, lokma, gözleme, börek yapan tatlıcılardan tedarik edilerek geçiştiri­lirdi. Osmanlı günlük yaşayışında “restaurant” turu içkili, içkisiz, sazlı lo­kantaların ortaya çıkışı eski dönemlere gitmez. Halkın gıdalanması belir­li türde hazırlanmış yiyeceklerle olurdu. Osmanlı mutfağı profesyonel ah­çılann imal ettikleri bir yemek sanayii olmayıp milyonlarca evde denen­miş ortak bir zevkin ürünüdürler. Bu nedenle bütün ailenin sofra edeb ve erkanı içinde buluştukları akşam yemeklerinin özel önemi ve fonksiyonu vardır.

d.Eğlence

Geleneksel Osmanlı kültüründe eğlence İslam’ın koyduğu toplum dü­zeni ve ahlak kuralları içinde vardır. Bu kuralların kesin yasaklarını içki, kumar, fuhuş oluşturur. Dolayısıyla Osmanlı eğlence kültürü ancak bu mantık içinde detaylandırılabilir. Bunun dışında kalanlar kurallara karşı ve kültürün kendisinden gelmeyen eğlencelerdir.

Sibyan mekteblerinin de “kapama” denilen ilkbahar gezileri vardı. Bunlar mekteb çocuklarının gezdirilmeleri ve fakir olanlarının giydiril­meleri için vakfedilen paralarla yapılan seyirlerdi. Bazan birkaç mekteb birden geziye giderdi. Bu geziler bütün mahalle halkı için bir bayram olur, mesireye ekseriya birlikte gidilirdi. Kazanlar kaynatılır, etli pilavlar, ba­demli sütlü helvalar pişirilip çocuklara yedirilir ve misafirlere dağıtılırdı.

Mesireler dışında ahalinin genel anlamda eğlenme mahalleri ve ne­denleri vardı. Ramazan ayında teravihten sonra ortaoyunu, hayal-i zil seyredilir, meddahların taklitli hikayeleri dinlenirdi.

Kahve1er de hem karşılıklı görüşme mahalleri, hem de birer eğlenme yeriydi. Ateşli münakaşalar, edebi sohbetler yapılır, meddah hikayeleri dinlenir, karagöz oyunları seyredilir, dama, satranç, tavla, (son zamanlar­da domino, bilardo, iskambil) oynanırdı. Semai kahvelerinde dinleyici kit­lesi önünde aşıklar zarif nüktelerle atışarak hediyesi günlerce öncesinden ilan edilmiş muammaları çözerlerdi.

Bir de “şenlik” türü gösteriler vardır. Bunlar bir olayı kutlamak mak­sadıyla halkı eğlendirmek için düzenlenirler.

Şenliklerde esnaf gösterileri, çeşitli canbazlık hünerleri, kukla ve ka­ragöz oyunları, cirit, güreş, okçuluk, binicilik yarışmaları yapılır, geceleri etrafa ışık saçan binlerce fişek atılır, minarelere mahyalar asılır, renkli kandiller ve meşalelerle donatılmış sallar üstüne saz takımları, köçekler bindirilir, deniz üzerinde fişekler yanarak dolaşır, meydanlardan fener alayları geçerdi.

Aileler arasında “arifane ziyafet”ler denilen masrafı müştereken pay­laşılan yemekler düzenlenirdi. Bu ziyafetler münavebeli ola­rak ya da “Zekeriya sofrası” tarzında her ailenin ortak katkısıyla yapılır, sohbetler edilirdi. Keza önce karakışın en soğuk “erbain” denilen 40 günü ve onu izleyen “hamsin” denilen 50 soğuk günün uzun gecelerinde “helva sohbetleri” ya­pılırdı.

Kış geceleri aileler bir araya toplanır, ayaklarını mangal üstündeki ör­tünün altına sokarak tandır sohbetleri yaparlar, “Duduname” (Tütin~­me) gibi taş baskısı, el yazması masal kitapları okunurdu.

Diğer taraftan eğlence veya “seyirlik oyun” olmadıkları halde Osman­lı halkının toplandığı ve seyretmekten hoşlandığı merasimler vardır. Bun­lar toplumsal bir olguyu kutsallaştırmak, yüceltmek ya da kutlamak amacıyla yapılır.

Padişah cüluslarında “kılıç alayı”, Kadir gecesinde Padişahın saray­dan çıkarak camiye giderken yapılan “Kadir alayı”, Sadrazam tayinlerin­de “Sadrazam alayı”, sefere çıkılmadan önce yapılan çeşitli birlikleri ve ordu esnafını temsil eden birimlerin bir geçit resmi olan ve 2-3 gün süren “ordu alayı”, Padişah düğünlerinde saraya gönderilecek nadide sanat ese­ri hediyeleri halka teşhir eden “esnaf alayı”, her yıl Hac mevsiminde Ha­remeyn ahalisine gönderilen parayı götüren “Surre alayı”, özellikle esnaf düğünlerinde “gelin alayı”, küçük çocuklar mektebe başlarken “amin ala­yı”, her ay Sadrazamı ziyarete giden imam-ı hazret-i ağanın alayı, bay­ramlarda, şenliklerde yapılan “fener alayları” bunlardandır.

e. Ticaret

Hasırcılar, kurukahveciler, kürkçüler, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçı­lar, balmumcular, çadırcılar, örücüler, sarraflar, tülbentçiler, sahhaflar, aktanlar gibi İstanbul esnafının çoğu öteden beri belirli semtlerde topla­nırlardı.

Dev­let denetimi temel maddeler üzerinde yapılmaktaydı. Narhlara bakmak, kile, okka, arşın, zira gibi ölçüler ile terazi ve kantarları, yiyecek ve içe­ceklere hile karışmamasını “ihtisab ağası” denetlerdi. Görevleri arasında hammaddeleri esnaf arasında paylaştırmak da vardı.

VIII. Ulaşım ve haberleşme

Osmanlılar İstanbul merkez olmak üzere ülkeyi önce Rumeli ve Ana­dolu ciheti olarak iki bölgeye ayırmış, sonra her bölgeyi de Sağ, Orta ve Sol Kol olarak bütün yol şebekesini bu 6 anayola bağlamışlardır.

Bu yollar üzerinde arazinin topoğrafyasma göre 3 ila 18 saat aralık­larla değişen menzilhaneler kurulmuştur. Bunların üzerinde menzilhanelerden ay­rı her biri bir kale niteliğinde sivil konaklama tesisleri olan kervansaraylar ve hanlar bulunur. Ayrıca dağ başları, tehlikeli geçitler gibi ulaşılma­sı zor, ıssız noktalarda yol emniyetini sağlayan bir de derbent teşkilatı vardır.

Karayollarını kesen nehirlerin köprü yapımına imkan vermeyen bö­lümlerinde karşılıklı geçişler için çoğu kez bedava yararlanılan vakıf ge­miler işletilmiştir.

Resmi haberleşme, “ulak teşkilatı”yla sağlanmaktadır. Başlangıçta iyi at binen tatarlar arasından seçildikleri için kendilerine “tatar” denilen bu ulaklara sonraları “sai, haberci, postacı” da denilmiştir. Kendilerine mah­sus elbise ve kalpak giyenlerdi. Bu elbiselerin başkaları tarafından giyil­mesi yasaktı. Bir ulak güzergahın topografyası, yol üzerinde su kuyuları, meskun yerler bulunup bulunmaması, menzillerin ve atların durumuna göre ve namaz vakitleri hesaba katılırsa günde 12 ila 48 mil gidebilirdi. Bunlar askeri yollar üzerindeki menzilhanelerden beygir değiştirmek, ihtiyaç gidermek için yararlanırlardı. Her menzilde yorgun hayvan ve ulak değiştirilirdi. Ama haberler gizli ve önemli ise ulaklar değiştirilmezdi. 1839 yılında menzil teşkilatı terk edilerek posta teşkilatı kurulmuştur.

Sonuç

Türk toplumları “Atın ehlileştirilmesinden ve ulaşım aracı olarak Musıkıde, sanatta,

kullanılmasından” başlayarak her alanda ileri bir medeniyet yarattılar. Estetikte, mimaride, folklörde kendine özgü ve birçok toplumu etkisi altına alan kültürün temsilcileri oldular. Töreleri binlerce yıl devam etti. Sosyal ve iktisadi hayatlarında, ticari ilişkilerinde, ulaştırma, bayındırlık, haberleşme, güvenlik hizmetlerinde, eğitim ve öğretimde insanlık dünyasına büyük katkılar sağladılar. Yüzbinlerce askerden oluşan ordularını sevk ve idarede gösterdikleri yetenekleri ve güvenlik stratejilerinin uygulanmasındaki diplomasi, propaganda ve harp araçlarını kullanma üstünlükleri büyük ve ileri bir kültür toplumu olmalarının sonucuydu.

İslamın koruyuculuğunu üstlenen Türkler, Türk tasavvuf düşünce ve eylemleriyle müslümanlığın Çağlar boyu gelişmesini ve yönlendiriciliğini sağladılar. Anadolu Türk toplumu oluşturduğu kültür çevresinde, manevi ve maddi kültür hayatını sürekli şekilde güçlendirdi. Kurduğu imparatorluklar o çağların siyasette, sosyal düzen ve sosyal adalette, iktisadi alanda, özellikle bilimde, eğitim ve öğretimde, hukuk hayatında, en medeni ve en ileri devletleri oldular. Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan başlayarak, tarihi varlık alanından çekilişine kadar altıyüz yıl boyunca İslam Dünyasının, Türk İslam kültür çevresinin tek temsilcisi oldu. Bir dünya devleti niteliğini koruyarak, kültür hayatını inançlarda, adalette, dilde, musikide, sanat ve estetikte, mimaride, folklörde, eğitim ve öğretimde, sosyal ilişkilerde, diplomasi de özenle güçlendirdi. İnsanlık tarihine sayısız örnekler verdi. Kültür varlığımızın zenginleşmesini sağladı.



Hiç yorum yok: